BUĞRA GENCER
"Bana neden bir şey söylemediniz?" diye bağırdı, belki de milyonuncu kez. Ağlıyordu ve onu ağlamaması için durduramıyordum bile. Çünkü haklıydı.
Amcasına dehşet bir sinirle bakarak konuştu:
"Ne zaman söylemeyi düşünüyordun, öldükten sonra falan mı?"
Bunu söylerken çektiği acıyı o kadar net hissetmiştim ki, ben bile o acının yoğunluğundan gözlerimi yumdum. O nasıl hissediyordu düşünemiyordum bile.
"Ben onun kızıyım, yıllardır tek başımıza birbirimize tutunduk biz, hiçbiriniz yoktunuz! Şimdi hastalığını öğrenip bana söylememe hakkını kendinizde nasıl buluyorsunuz?"
Sinirlenince konuştuklarını ölçüp tartmadığını biliyordum. Bu dediğinin bana ithafen olmadığını da biliyordum ama vicdan azabı çekmekten kendimi alıkoyamıyordum.
Kıpkırmızı gözlerini bana çevirdiğinde göz göze geldik, yutkundum. Öyle bir baktı ki, keşke bağırıp çağırsa da böyle bakmasa, dedim içimden. Ama lanet olsun ki yine haklıydı. Babası ameliyattan çıkmıştı, ama durumu çok da iyi sayılmazdı. Doktorlar gelip 'Kendinizi her şeye hazırlarsanız iyi olur' dediklerinde Ezra yıkılmıştı. Geldiğimizden beri, daha doğrusu ne olduğunu anladığından beri kendini paralıyor, önüne çıkan herkese bağırıyor, yanına yaklaşanı itiyordu ve asla ağlamayı bırakmıyordu. Onu ilk defa böyle görüyordum ve yanına yaklaşmaya henüz cesaret edememiştim.
Gözlerini gözlerimden çekip yanımdan geçti ve ilerlemeye başladı. Peşinden gitmek için kimseden izin almayacaktım, ondan bile. Rahatsız olursa geriden giderdim, ama yine de bir an bile yalnız kalmasını istemiyordum.
Koridor boyunca yürüyüp sağa döndü. Hemşirelerden birine bir şey sordu, hemşire elleriyle tarif ettikten sonra Ezra kafasını salladı ve tekrar ilerlemeye başladı. Biraz uzakta durduğum için ne sorduğunu duymamıştım. Aynı hemşirenin yanına gittim.
"Ne sordu size?"
Kadın beni incelediğinde söyleyip söylememek arasında kaldığını hissettim.
"Hanımefendi, ben eşiyim. Ne sordu size?" diye direttiğimde kaşlarını kaldırıp sorumu yanıtladı.
"Mescidin yerini sordu."
Kafamı sallayıp teşekkür ettim ve tekrar Ezra'nın arkasından ilerlemeye başladım. Biraz daha ilerledikten sonra yukarıdan sarkan bir tabelanın mescidi işaret ettiği yere girdi. Onun peşinden ben de içeri girdim. Ayakkabılarını çıkardığında içeride kadınların olacağını varsayıp onu burada beklemeye karar vermiştim. Arkasında benim olduğumu bildiğinden emindim, ama dönüp bakmıyordu. Odanın kapısını açtığında göz ucuyla içeri baktım. Kimse görünmüyordu. Ezra'yla konuşmak istediğim için ben de ayakkabılarımı çıkardım ve peşinden mescide girdim.
Benim de içeri girdiğimi gördüğünde önce birkaç saniye yüzüme baktı. Ardından gözleri yeniden doldu, o inci gibi göz yaşları tekrar süzüldü elmacık kemiklerinden. Sarılmak için ilerleyeceğim sırada, benden önce davranıp hızla geldi ve sarıldı. Aslında buna sarılmak yerine sığınmak desem daha doğru bir tabir kullanmış olurdum.
Göğsüme yanağını yaslayıp kollarını belime sardığında kafasının üzerine derin bir öpücük kondurdum. Ağladığımı yanağım ıslandığında farketmiştim, ama ağlayarak ona bir yarar sağlayamazdım. Bu yüzden biraz daha iyi hissettiğine inandığımda geri çekildim. O da geri çekilince elleriyle gözlerini silmek için bi hamle yapmıştı ki, bu sefer de ben ondan önce davranıp göz yaşlarını yavaşça sildim. Birkaç dakikadır yan yanaydık ve henüz tek kelime etmemiştik. Onun kötü hissetmesinden nefret ediyordum. Ağlamasından nefret ediyordum.