Uykusuzluktan ve ağlamaktan neredeyse kemikleşmiş göz çukurlarım, Marcus'un sürekli olarak geçirdiği nöbetler...Bedenim ve ruh sağlığım bu deliliği daha ne kadar kaldırabilirdi bilmiyordum. Bildiğim tek şey artık ölmek için yalvaracak duruma gelmiş olmamızdı.
Günlerdir zincire bağlı kalmaktan morarmış olan bileklerime baktım. Hala kopmamış olmaları şans mıydı yoksa şanssızlık mıydı henüz kestirememiştim. Marcus'la aramda olan demirlerden bakarak ne yaptığını görmeye çalıştım. Gözlerini kapatmış bir şeyler söylüyordu.Tavandan dökülen yeşil sıvının kokusu boğazımı inanılmaz derecede yakıyordu. Neredeyse benim bile zor duyabileceğim bir sesle Marcus'a seslendim. "Ne yapıyorsun?"
Sesimi duymuş olacak ki gözlerini açtı. Sık sık verdiği nefesler arasında gülerek sorumu cevapladı. "Tanrıların yapamadığını."
Bu durumda olmasak kurduğu cümle yüzünden kendisini tokatlayabilirdim ama şu an bunun bir önemi yoktu. Umursamaz bir şekilde "Tam olarak ne yapıyorsun?" Diyerek sorumu yineledim.
Aynı umursamazlıkla cevap verdi. "Madem tanrılar bizi öldürmüyor biz neden kendimizi öldürmüyoruz?"
Telaşla kendisine doğru dönmeye çalıştım. Az önceki umursamazlığımdan eser kalmamıştı. "Saçmalama. Bir şey biliyorlar ki öldürmüyorlar."
"Beni delirtmekten başka ne biliyorlar?" Bir kez daha günlerdir yüzlerce defa başarısızlıkla sonuçlanan zincirlerden kurtulma girişiminde bulunduktan sonra devam etti. "Burdan kurulmamız imkansız artık. Çünkü karşımızda ikna edebileceğimiz ya da en azından mücadele edebileceğimiz hiç kimse yok. Duruma biraz gerçekçi bak. Başlarda biraz umudum vardı ama bu yönden bakınca her geçen saniye o umut yok oluyor ve şimdi beni yok ediyor."
Gerçekçi bakıyordum tabii. Ama nasıl yanımda ölmesine şahit olabilirdim? Nasıl elim kolum bağlı ölmesini beklerdim? Gerçi şimdide günden güne bitişini izliyordum. Ben burada sadece bedenen yıpranıyordum o ise üstüne ruhen bitiyordu. Bir kez daha ikna etmeyi denemeye karar verdim. "Biraz daha beklemeliyiz. Athena bize yardım edecektir."
Sinirlerinin bozulduğunu belli eden bir şekilde gülüp konuşmaya başlayacaktı ki hapishanede bir başka ses yankılandı. "Buradan kurtuluşunuzun olmadığını bilmeniz harika."
Genç bir kadın simsiyah elbisesiyle yerleri süpüre süpüre bize doğru -daha çok bana- geliyordu. Sert yüz hatlarına sahip olmasına rağmen eşsiz bir güzelliği vardı. Çapkın bir gülümsemeyle kahverengi gözlerini bana dikerek konuşmaya başladı. "Beni hatırlamış olduğunu umuyorum Shaila."
Kadının yüzü hiç tanıdık gelmiyordu. Korkuyla hayır anlamında kafamı salladığımda tek eliyle sertçe çenemi tuttu. "İyice bak. Daha dikkatli bak."
Yaptığım her hareket onu daha fazla sinirlendiriyordu. Ben sustukça çeneme tırnaklarını geçirmeye devam etti. Sonunda "Tanımıyorum" diye çığlık attım.
Kadın tek eliyle tuttuğu çenemle kafamı sertçe duvara çarptırarak siyah elbisesinin göğüs kısmını biraz açtı.
"Afrodit?!"
Gözüme çarpan güvercin kolyesiyle bu kadının Afrodit olduğunu anlamıştım.
"Ah nihayet tatlım. Nihayet." Göz bebekleri açık pembe bir hale geldi. Bu öfkeden kudurduğunun habercisiydi. Bağırmaya başladı. "Seni burda, bu halde görmek için ne kadar beklediğimi tahmin edemezsin."
Öfkesine karşılık olarak içimde ne varsa bende bağırmaya başlamıştım. "Sırf 12 Tanrıdan biri olarak kalabilmek için hayatımı mahvettin. Bütün hayatımı mahvettin. Hatta sadece beni değil Marcus'u Atina'yı, Olimpos'u herkesi mahvettin. Ben sana güveniyordum Afrodit." Geçmişte bana bir abla şefkatiyle yaklaşması aklıma gelince sesimin çatlamasına engel olamadım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Elysium'un Sırrı
FantasyHades öfkeden deliye dönmüş bir şekilde yer altındaki şatosunda volta atıyordu. ''Sen Zeus...Beni karşına almakla büyük hata ettin.Bunun bedelini ödeyeceksin.'' Öfkeden göz bebekleri saydamlaşmış ve Karanlıklar Lordu'nun sembolü olan mor renge bürün...