Kapının eşiğinde sessiz bir şekilde duruyordu Asya. Adım atmaya korkuyordu. Sesinden çok, sessizliğinden korkuyordu Asya. Onunla konuşmamaya, yaşadıklarını, hissettiklerini anlatmamaya dayanabilecek miydi? Bilmiyordu...
Kapıyı açıp içeri girdiğinde kalbi göğsünden çıkacakmış gibi atıyordu. Ona doğru attığı her adımı gözyaşlarıyla süslüyordu. Engelleyemiyordu. Engel olmak da istemiyordu. Şimdiye dek onsuz, onun yokluğuna ağlamıştı ama şimdi... Acısına ağlıyordu, geçip giden yıllarına... Yabancı oluşuna, kayıp oluşlarına...
Derin bir uykunun kolları arasındayken sevdiği, sığınmak istedi ona. Yanına uzanmak ve özlediği, unuttuğu kokusunu solumak... Başka bir şey istemiyordu Asya. Kalbinin üzerine koydu elini. O kadar hızlı atıyordu ki... Duymasından korktu Asya. Duyup anlamasından korktu... Hemen yanındaydı şimdi. Başucunda... Elini uzatsa, tutacaktı. Dokunacaktı, tenine. Bitecekti hasreti. Yapmadı, yapamadı Asya...
Bir an bile gözünü kırpmadan izledi Altay'ı. Bir an çekmedi bakışlarını. Onsuz geçen o iki yıla inat doya doya seyretti sevdiğinin yüzünü. Nasıl bu hale gelmişlerdi? Kimdi sebep? Sevdiğini böylesi bir karanlığa mahkûm eden neydi? Biliyordu Asya, karanlık Altay'ın gözlerinde değildi. Hayatlarıydı koyu siyaha bürünen... Eğer o havaalanına gitmemiş olsaydı Altay bu halde olmayacaktı. Ya da hayatlarına saçma sapan insanlar girmeseydi Altay gitmeyecekti. Belki de hiç tanımasaydı kendisini, mutlu olacaktı. O kadar çok ihtimal vardı ki...
Altay'ın hareket ettiğini görünce, kıpırtısız bir şekilde durdu. Hissetmemeliydi Altay, varlığını. Anlamamalıydı...
Uyuduğundan emin olduktan sonra yine aynı sessizlikle çıktı dışarı. Kapıyı kapattıktan sonra, çöktü yere. Taşıyamadı ayakları bedenini. Ona dokunamamıştı... Bu yakıyordu canını. Zor, çok zor geliyordu. Nasıl dayanacaktı bilmiyordu Asya. Nasıl sevdiği adama bu kadar yakınken uzak kalacaktı?
Kalktı çöktüğü duvar dibinden. Güçlü olmalıydı. Güçlü olmalı ve Altay'a iyi bakmalıydı. Sildi gözyaşlarını usulca ve dik durmaya çalıştı.
**
Yoktu değil mi? Bir çaresi yoktu bu hissettiği acının. Kalbini paramparça eden bir ateş ilmek ilmek işlenirken ruhuna, hangi akla hizmet gidiyordu kabuslarının aynası olan o eve? Bilmiyordu... Biraz daha mı eziyet etmek istiyordu benliğine? Biliyordu aslında sebebini. Mutlu olduğunu, en azından çektiği bu acıyı boşu boşuna çekmediğini bilmek istiyordu..Hala onun mutluluğunu istiyordu, nasıl istemezdi ki... Işıktı o. Bembeyaz olandı. Suçlu olarak bir tek onu görmüyordu Sarp. Gitmeyi kendi seçmişti. Kendisi istemişti. Arkasına bir kez bile bakmadan gitmişti hem de. İhaneti iliklerine kadar hissetmişken, yapamamıştı burada. Asya'yı bile o haliyle ardında bırakmıştı. Gittikten sonra öğrenmişti evlendiğini Işık'ın. Yakıp yıksa da ortalığı, fayda vermedi hiçbir şey. Hiçbir şey geçiremedi içindeki acıyı. Yüreğindeki sancıyı... Tozu dumana kattı Sarp. En çok da kendini dağıttı. Şimdi tebrik zamanıydı, gecikmiş de olsa...
İşte bu kapının ardındaydı Işık'ı. Yuvasıydı demek ki artık bu ev. Ona yuva olan evin kendisine mezar olduğunu biliyordu Sarp. Çalarken kapıyı, gizledi içinde ki âşık Sarp'ı. O anda, ilk adımında... Kapattı kapısını kalbinin. Çıkmamalıydı hiç, göstermemeliydi âşık yanını. Üzerlerdi onu. Dağıtırlardı. Ve Sarp'ın bir kez daha toparlanmaya gücü yoktu.
"Hoş geldiniz efendim şöyle buyurun." Diyen kadına baktı Sarp. Yardımcıları olmalıydı. Elinde ki çiçeklere uzanacakken kadın, izin vermedi. Elleriyle vermeliydi Işık'a.
Oturma salonuna doğru ilerlerken, kalbi ben buradayım dercesine kendini belli ediyordu. Ne işi vardı burada? Eve girmiş, salona geçmiş olmasına rağmen hala doğruluğunu sorguluyordu, yaptığının. Nasıl kadının yaptığı onca şeye rağmen, onu görmeden ölecekmiş gibi hissedebiliyordu? Başkasına ait bir kadını sevmek... Alışamıyordu işte, Işık'ın bir başkasına ait oluşunu kabullenemiyordu.