Medya: Alex&Lisa.
LİSA
Hayat, bana bir kez daha ihanet ediyordu. Tüm iyi şeylerin bir bok çukuru içinde yüzdüğünü ve bazı şeylerin hiç değişmeyeceğini kabul etmiştim. Babamı rüyalar dışında başka hiçbir yerde göremeyeceğimi, kendimi hiçbir zaman tam hissetmeyeceğimi ya da bir fahişeden daha fazlası olamayacağımı.
Ama Alex gelişiyle birlikte tüm benliğimle oynamış, gidişiyle ise yarattığı bu yeni kızı daha yürümeyi bile öğrenememişken yolun ortasına bırakmıştı. Bundan sonra ne yapacağını bilmeyen küçük bir çocuk gibiydim. Sanki yıllardır benimleydi ve ani gidişi beni sersemletmişti. Oysa o sadece beş hafta önce tanıdığım bir kaçıktan başkası değildi, olmamalıydı. Onu bir yabancı olarak adlandırdığım günler hemen şuradaydı ama kendimi o günlerden yıllarca uzakta gibi hissediyordum.
Gelip bana bir şey yapmıştı. Durmadan gülüp onunla eğlenmeye devam etmemi sağlayacak bir şey. Düşük belli pantolonuyla evimin içinde dolaşıp bana yiyecek bir şeyler hazırlamasına ses çıkaramamamı sağlayacak bir şey. Gözlerine baktığımda uzunca bir süre orada takılı kalmamı sağlayıp, rüyalarımda bile onu görmemi sağlayacak bir şey.
Bana ne yaptığını bilmiyordum. Tek bildiğim onun beni tanımak isteyen ilk erkek olduğuydu. Ağzımdan çıkanları ilgiyle dinleyen, sokağın ortasında elimi sıkıca kavrayan, kanepenin sert başlığında uyumama kızıp beni kucağına doğru yatıran ilk erkek.
Gözlerimin içine uzunca bir süre baktıktan sonra iç çekip gözlerimi sevdiğini söyleyişini hatırlayınca ellerimin titreyişine engel olamadım. Telefonumu tutan parmaklarım soyunma odasına kadar gelen müziğin gürültüsü eşliğinde telefonumun üzerine kıvrıldı. Gözlerim yaşlarla dolmuştu.
Tam bir aptal gibi davrandığımı biliyor ama kalbimi sıkıştıran bu acıya dayanamıyordum. Akşam olana kadar kanepenin üzerinde oturup açık televizyonu takip etmeye çalışmış, bir saatliğine bile uyuyamamıştım. Aklım onunla doluyken ne uyuyabiliyor ne de dikkatimin dağılmasına izin veriyordum. Gidişinin bana koymadığını söyleyip dursam da bunu kalbime inandıramamıştım.
Gidişi beni yaşayan bir ölüye çevirmişti.
Kanepenin tamamına yayılıp beni göğsüne yaslayan kollarına alışmıştım. Benim dağıttığım yerleri kısa küfürlerle toplayışına, tezgahın önünde bilmediğim şarkıları mırıldanarak yemek hazırlayışına, içimi sıcacık yapan öpüşüne. Tüm bunlara alışmıştım ve bitmesini istemiyordum. En azından.. en azından şimdi değil.
Evet bu yaptığım bencillikten başka bir şey değildi. Biteceğini bildiğim bir ilişkiye devam etmek istemek, her zaman yanımda olmasını istemek ama her an kaçıp gidebilecek olmak. Bu bencillikti. Bunu onun gibi birine yapmamalıydım. Sesimi kesip işime bakmalıydım. Onu düşünmemeliydim. Onu yanımda istememeliydim. Belki de sadece güzel bir anı olarak kalması gerekiyordu. Belki de biz gerçekten buraya kadar gelmeliydik.
Ama kulüpte gürültü ve buruşuk siklerle geçen uzun saatlerden sonra dayanamayıp telefonda ismini buldum ve hızlıca yeşil tuşa bastım. Açana kadar çaldırıp çaldıramayacağımdan emin değildim, küt küt atan kalbim bir iki çalıştan sonra öne geçip telefonu benden önce kapatacakmış gibi duruyordu ama kulaklarımı aradığınız numaraya şuanda ulaşılamıyor diyen kadının sesi doldurunca kalbim hızını kesti. Telefon elimde soyunma odasındaki dolabımın önünde öylece kalakalmıştım.
"Senin derdin ne söylesene." Başımı telefonumdan kaldırdığımda yanıbaşımda çatık kaşlarıyla birlikte dikilen Jal'i gördüm. Ona cevap verecek halim bile kalmamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Küllerin Doğuşu
Tiểu Thuyết ChungEtraftaki onca insana rağmen, yalnız. Duyduğu tüm çığlıklara rağmen, sessiz. Ettiği tüm yeminlere rağmen, günahkâr. Bulanıklığın tam içinde, kurtuluştan çok uzakta. Küllerin Doğuşu, iki umutsuz ruhun hikayesi.. Peki aşk, yetebilir miydi külleri yeni...