3.3

6.7K 505 241
                                    


Kanadı kırıldığı halde uçmaya çalışan bir kuşu anımsatıyordu yaptıklarım. Boşa, tamamen zaman kaybı olan bir uğraş.

Bu yüzden aptaldım ya, kendimi yormaktan başka bir işe yaramayan bir uğraşın içindeydim, zaman kaybı ve çektiğim hayal kırıklığı ise bonus olarak hediye ediliyordu bu uğraşlara...

Acıtan bir hediye olur muydu?

Üzen, acıtan... Kalp kıran? Oluyordu.

Jungkook, bu hediyelerin en büyüğü ve en gösterişlisi olarak en ön sırada beni bekliyordu. Acıtmaktan ve kırmaktan çekinmeyen adam, eskiden kızıllarının kızıllarımla oynamasını sevdiğim adam... Beni yoruyordu.

Yaralarımın daha henüz oluşmuş kabuklarını parçalayacak güçteydi ve ben, sadece izlemekle yetiniyordum. Ruhumda iz bırakacak yaraların baş sahibi olan adam, artık beni saramıyordu. Saramazdı.

İzin verebilir miydim ki ben?

Artık o güç, bende kalmış mıydı?

Fakat uslanmazdım. Ona ihtiyaç duyan ve kokusunu özleyen bir bağımlıya, nasıl olur da ondan uzak durulması gerektiğini öğretebilirdiniz ki?

Nefesleri sıklıkla omzuma ve boynuma çarparken yumduğum gözlerimi biraz daha sıktım. Tek hissettiğim şey yoğun bir acı, ve yorgunluktu.

Sanırım bayılmıştım, fakat beş dakika kadar falan anca sürmüştü; cam parçalarının olmadığı bir köşeye çökmüştük ve ben kucağındaydım. Sırtımı göğsüne, başımı ise geriye, onun omzuna yatırmıştım, uyuduğumu ya da hala baygın olduğumu düşünme ihtimali yüksekti.

Uyuduğumdan beri - ki öyle sanıyordu - parmaklarıyla belimi ve kolumu okşuyordu, o kadar çok nefes çekiyordu ki, her verişinde saçlarım havalanıyordu. Dağılmıştı.

Beni böyle beklemediği açıktı.

Gözlerindeki o şok olmuş ifadeyi görmek benim için zor olmamıştı.

Biraz daha bekledikten sonra başımı yavaşça kaldırdığımda gözlerimin kararmasından hemen sonra etraftaki berbat dağınıklığı ve her yere saçılmış olan cam kırıkları gözüme batmıştı.

Jungkook doğrulduğum halde bir tepki vermeden duvara yaslanmaya devam etti. Yüzüne bakmak istemiyordum.

Belimdeki parmaklarını tutup çekeceğim anda kalkmak üzereyken bileğimden tutup beni geri kucağına oturttu.

"Jungkook."

"Roseanne..." Bana böyle seslenme. "Sadece... Bir şey söyleme. Sana ihtiyacım var."

Yorgunluğumun ardında kalan öfkem bir anda tekrar alevlendiğinde vücudumun karıncalandığını hissettim. Jungkook'un tuttuğu bileğim yanıyordu, temas ettiği yerleri yakıyordu.

Bileğimi sertçe çektiğim anda eli boşluğa düştü ve afalladı. Ayağa kalkıp duvardan destek aldığımda başıma keskin bir ağrı girmişti. Boğazımda tarif edilemez bir kuruluk vardı, çok mu bağırmıştım?

Ona yukarıdan bakarken aşağıda, çökmüş bir şekilde beni izliyordu. Darmadağındı.

Bu Jungkook olamazdı.

"Benimde sana ihtiyaç duyduğum zamanlar oldu," dedim ve sinirle güldüm. Gözlerim yanarken kahvelerine baktım, gözlerimi bile acıtmaya yeten kahvelerine. "Fakat sen yanımda değildin."

Arkamı dönüp ağaç evden çıkmayı amaçlıyordum ki arkamda bir gürültü koptu. İlerleyip çıkmayı amaçladığım kapıya doğru fırlatılan ufak sehpa, odada kalan tek kırılmamış şeydi, o da şu an Jungkook sayesinde bitmişti.

red | jungkook • roséHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin