" Selamün Aleyküm babaların en kralı nasılsın bakalım ?.. "
" Ve aleyküme selam kardeşlerim..
Hoşgeldiniz, Allaha şükür mutluyum, sevinçliyim, iyiyim..
Siz nasılsınız bakalım canlar ? "
" Hamd olsun iyiyiz, mutluyuz, sevinçliyiz seninle babaların kralı.. "
Muhammet ve Algın göz göze gelmiş gülümsemişlerdi. Hayallerinin yaşanan gerçeğine tanıklık ediyorlardı..
Ömer ve Tuana mutluluğa düğüm atmış gibilerdi. Zaman acının zamanı değildi, hissettirmeden sular seller gibi geçiyordu..
Ömer, Tuanayı gördüğünde konuşmayı unutur hale gelmişti. Gözlerine bakması yetiyordu..
Akın ve Zeynep büyümüş okula başlamışlardı. Ömer artık sadece babaları değil aynı zamanda öğretmenleriydi..
Muhammet hayatının dönüm noktasıyla nişanlanmış yurt dışına çıkmıştı. Algının bütün hayalleri artık beyazdan geçiyordu. Düşlerine gelinliğini çizer, hayalleriyle birleşirdi..
Hayallerini süsleyen annesi ve babası olurdu. Annesinin elleri saçlarında dolaşırken, babası sevgi sözcükleri kuruyordu gelin olmuş kızına..
Eksiklerini, kanayan yaralarını hayalleriyle kapatan, bu insanları bir araya getiren kader yine söz sahibi olmuş ve hepsinin kapısına mutluluğu göndermişti..
Zamanla birlikte acılarınıda silip süpürüyordu kader. Mutlu olma sırası bu insanlardaydı artık..
Fakat hayatlarının bir parçası hep bir boşluk gibi kalmıştı. Mutluluklarıyla bile kapatamıyorlardı Buğranın kanayan yaralarını..
Çözülmeyen bir bilmece olarak kalmıştı Buğra. Belkide bir cevapta saklıydı mutluluğu. Fakat artık kendisininde umrunda değildi doğru cevap..
Bir insan bu kadar kolaymı vazgeçmeli mutluluktan. Haksızlık ne denli birşeydirki öyle. Sadece başka varlıklara karşımı yapılıyor yani. Oysaki insan oğlu en büyük haksızlığı kendisine yapıyor. Bazen mutluluğa küserek bazense umutlarına yüz çevirerek..
Buğra, bir insanın kendisine yapabileceği en büyük haksızlığı yapmış hayattan kopmuştu..
Buğranın dünyasında maviye yer yoktu artık. Umutlarına yüz çevirmiş, hayallerini imkansızlığa uğurlamıştı. Buğra artık koca bir yalandı sadece..
Olmayan bir dünyaya mesken kurmuş. Olmayan hayatları kaleme alıyordu. Bazen koklamaya bile kıyamadığı bir gelincik çiçeğini sözleriyle çizerdi satırlarına. Bazense tanımadığı herhangi bir yüzün gözyaşlarını silmeye çalışırdı yazdığı romanda..
Buğra,yaşadığının farkında bile değildi artık kaleme aldığı hayatların satır aralarında uyuyup kalıyordu...
Bazen çocukluğuna dönüyordu bir çocuğun arkadaşlığıyla. Akın, Buğrayı çok seviyor her fırsatta yanına gidiyordu..
Bazen Akınla değilde çocukluğuyla konuşur gibi oluyordu. Buğrayı bir tek Akın çekip çıkarıyordu satırlarının arasından..
Buğranın bu denli hayata ters düşmesinin tek sebebi Gamzesizliğiydi. Koklamaya kıyamadığı gelincik çiçeğiydi. Dokunmaya kıyamadığı sevgiliydi. Her dilde yüreğine sevgili diye yazdığı, gelincik kokulu yariydi..
Ve zamanın yüreğine hiç bitmeyen oyunlarından, tuzaklarından kurtulamıyordu. Yada savaşmak yerine kaybetmeyi kabullenen bir korkaktı sadece. Yada ölçemediğimiz derecede çok seviyordu sevgiliyi. Duyduğu, gördüğü ve yaşadığı herşeye rağmen sadece dua olup akıyordu yüreğine. Dua olup düşüyordu peşine..
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ahiretliğim
RomanceSizce ? Aşk mı daha değerli yoksa dostluk mu ? Siz hangisini ebediyen yaşamak isterdiniz... Buğra, bu konuda şanslı doğmuş nadir insanlardandı. Aşkında dostluğunda en güzelinden yaşanması nasip kılınmış bir yüreğe sahipti... Gamze, duyguların en güz...