30

140 28 6
                                    

Doğa, insanın yaşayacağı en güzel varlıklardan biridir. Tüm canlılar gün ışığında yükselirken geceleri kendi kalıplarında süzülüyordu. İran, şehrinden uzak bukan ilçesine yakın dağlar, tepeler süzülüp giden ırmaklar bukan ve miyandoab iki şehrin ortasında koşuşturup duruyordu. aslında doğanın tadını çıkarmak, her günü son günmüş gibi yaşamaktı. İki şehrin arasındaki köyede çocuklarla ilgilenen tuana, artık kendi yaşamını bu çocuklara adamıştı.
"Her yer çayır, çimen ağaçlarla dolu." Dedi tuana ve daha sonra küçük çocuğa bakıp tebessüm etti.
bir çocuk ona yaklaşarak
"Parklarda var mı? Bir de çok mu güzel"
Tuana tebessüm edip
"Evet. Parklar var. Hemde çok güzel" "luna parklarda var mı?" Diye sordu küçük bir kız.
Tuana gözlerinin içi parıldayıverdi ve güldü.
"Evet" diye yanıtladı.
Bir süre çocuklarla oyalandıktan sonra sağına soluna bakarak endişeyle
"Keçimi gördünüz mü?"
"Hayır" dedi küçük çocuklar.
Tuana endişeyle koşarak çayırlardan yürüdü. Arada Beyaz, sarı, turuncu bunun gibi bir çok kır çiçeği dağlar tepelerde yeni yeni tohumlanıyordu. Bahar ayı dağlarda savurup yeni bitkiler yeşertiyordu. Gün ışığı tepelerde uzanıp gidiyor hafif rüzgarını patikalardan, çayırlara kadar esiyordu. Umriye gölünün kuzey batı Eyaletinde azeri, farsı, Kürtçe'nin olduğu bu şehirlerde mezheplerin bile farklı olduğu ama kardeşliğin tükenmediği bir yerdi. İnsanlar arasında yaşanan ama savaşın son vermediği iran ve ırak uzayıp giden Zagros dağları arasında bu çatışmalı alandan ibaretti. Türkiye'nin bile bağlantı kurduğu Zagros dağları savaş alanından yakın, Zincir gibi uzayıp giden Zagros dağları hürmüz boğazında son buluyordu. Bu devasa dağların patikalarda yeni çıkmış beyaz kır çiçekleri ve bunu çevreleyen yeni yeni çıkmış çimenlerden serpiliyordu. Sade beyaz dantel işlemeli eşarbı bir o yana bir bu yana savrulup durdu. Eve vardığında odasına girerek, Kumral saçları eşarbın arasında çıkarken yeşil gözleri parıldayıvermişti. Gözlerinde süzülen incir gibi yeni bahar mevsimin mutluluğuydu. Zayıf bedeninde süzülen geleneksel bukan usulü kıyafeti üzerinde geçirmişti. İnce pelerin gibi kaftan biçimli, kısa kolunu elerinin arasında geçirip giydi. Saçları beline kadar uzarken hafifçe sırıtıp küçük pencereden dışarıya baktı. belki keçisi görünür diye ama ortalıklarda görünmüyordu. Yeşilliklere bir türlü bakmaktan doyamadığı kır çiçeklerine tekrar baktı. Pencereyi açıp başını çıkartı. Bir sağa bir sola bakıp aniden endişeye kapıldı. Koşar adım kapı aralığından sıyrılıp holden, bahçeye çıktı. Bahçede tavuklara yem veren yaşlı kadına doğru adım attı.
"(Nuri nenı bez mı ka?) nur nine kuzum nerde" Dedi Kürtçe aksanıyla
Yaşlı kadın ona doğru yavaşça bakıp
"(ne di sibê de) sabahtandır yok"
Tuana, endişeyle bir sağa bir sola bakıp koşar adım bahçeden çıktı. Yaşlı kadın arkasında
"tu diçin ka?) nereye gidiyorsun?" Dedi ama tuana arkasına bile bakmadan patikalara doğru koştu.
Yeşil çimenlere basarken yere bakmayı ihmal etmiyordu. Uzayıp giden patikalarda koşuşup durdu. Oysa kuzusuna bir şey olsaydı ne yapardı bilmiyordu. Tek sırdaşı tek dostuydu. Onsuz bir yere adım atmıyor, hata onsuz hiç bir iş yapmıyordu. Küçük kuzu büyümüş ama genetik hastalığı yüzünden hep ufak kalmıştı. Köy civarda yaşayan insanlar kuzuyu çok severdi. Kuzuya sahiplenen tuana hiç bir şeye değiştirmiyordu. Adeta gözü gibi bakar, yıkar, temizler yedirip içirirdi. Bahar, yaz, kış aylarında onunla çayırlarda, patikalarda koşuştururdu. Geceleri yanında uyup yanında uyanırdı. Bir o yana bir bu yana koşuşturken gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Göğüs kafesinde bir sancı inleti. Nefes nefese kalıp bukan civarındaki tüm dağlar tepeleri aşmıştı. Oysa kuzusu hiç böyle yanında ayrılmazdı. Neden yok? Kim onu aldı? Bunu düşündükçe tekrar tekrar tepeleri aştı. Bir anda gözüne çarpan boynuna bağladığı ipek kumaşı görmüştü. Bir kır çiçeğin üzerinde serpilmişti. Koşar adım eline alıp göğsünün üzerine verdi.  Tepeleri aşarak dağlara kadar yürüdü. Kuzusunu düşündükçe dağ tepeyi aşıp uzun bir yolda yürümüştü. Öğle güneşi yükselirken ırmağa doğru koşup elini yüzünü yıkadı. Üstünü toparlarken bir anda ırmağın kenarında taşın üzerinde oturuverdi. Geldiği yolu unutmuş nereye gideceğini bilemedi. Irmağın derinliğine bakıp kalbi şiddetle çarptı.
"Nerdesin sen?" Diye mırıldadı.
Bir anda aklına kötü düşüncelerle irkilip ayağa kalktı. Sendeleyip koşar adım yürüdü. Gözleri yeşil çimen gibi parıldayıp düz yoldan yürüdü. İçinde bir korkuyla beraber bir hüzün de girmişti. Nasıl bu yola geldiğini, neden geldiğini bilmiyordu. Oysa kuzusu hiç yanında ayrılmaz hep dizlerinin dibindeydi. Saatlerce ortalıkta olmaması onu çok endişelendirmişti. İçindeki hissler kaybolduğunu ve bir daha hiç bulunmayacağı düşüncesine kapılıyordu. Oysa kuzusu onun her şeyi tüm varlığıydı, bu düşünceler bile onun aklını bulandırıyordu. Belki eve dönmüştür düşüncesi bile ona uzak geliyordu. Kuzusu evin yolunu hiç bilmez hata tuana'nın dizlerinin dibinden hiç ayrılmazdı. Bu sayede tuana'nın gitmediği bir yere o hiç gitmezdi, dahası sahibinin yanından hiç ayrılmazdı. Şimdi ise ortalıkta hiç bir izi bulunmuyordu. Öğle olmuş ikindiye az bir vakit kalmıştı ama tuana hiç bir ize rastlamamıştı. Vücudunda terlemeler, bahar mevsimin verdiği sıcaklık bedeninde yayılıyordu. Sabah kahvaltısını yapmış o sıra bile kuzusu yanında değildi ama o bunu fark etmemişti. Sanki yanındaymış gibi hata dizlerinin dibinde ayrılmıyormuş gibi hissediyordu. Güneş tepelerde yükselirken hemen hemen batıyor o, ise yorgunluktan çökmüş bedenini minare gibi uzanan dağda soluk almıştı. yüksek ovalardan derin düşüncelere daldı. Kaç yıl olmuştu buraya geleli? Bunu hiçte düşünmemiş hata düşünmekten bile korkar olmuştu. Güneş batarken ayağa kalkıp yürümeye koyuldu. Nereye gideceğini nerde olduğunu ve geldiği yolu unuttuğu farkında bile değildi. Küçük sırdaşı kaybolmuş bir parçası eksilmiş gibi hissediyordu. onu bulmadan eve gitmeyeceğini aklına koymuştu. Bir ara yüksek sesler duyarak taş kaplamalı dağlarda koşuşturdu. Daha sonra kendini büyük bir kayalığın arkasında sakladı. Az gelen sesler gittikçe yakın gelmeye başlıyordu. Yüreğinde istemsizce bir korku, girerken kalbi şiddetle çarpıyordu. Yüzü bir anda düşüverdi. Seslerin kaba olduğu ve erkek olduğu ses tonlarından belliydi. Belkide bukan ilçenin insanları, belkide köy civarındaki insanlardı. Bu kadar uzun bir yolda yürüdüğünü bilmiyor daha önce bu kadar dağları aşmamıştı. Evin bahçesinden çıkmaz, çıktığı zamanda nur ninenin yanında ayrılmıyordu. Nur nine hep ona sahip çıkmış ve nur ninenin yakın akrabaları tarafından hep korunmuştu. kızı efraze onu çok sever değer verirdi. Onun sayesinde köyde rahat yaşayıp uzun yılar katetmişti. Bu köyü o kadar çok sevmişti ki, bazen ülkesi aklına geldiği zaman bile etrafındaki insanlar nur nine sayesinde unutmuştu. Nur ninenin anlattığı hikayeler, öyküler nasihatler dinler dururdu. Kimi zaman köy çocuklarıyla ilgilenir, onlarla oynar severdi. Köy çocukları onu görünce koşar alkışlayarak sarılırdı. Çocuklarla ilgilenerek hayatındaki tatsız kırıntıları kenara vermişti. Köy patikalarında çocuklarla yazın koşuşturur, kışın ise evinde ağırlardı. Onlara ders konusuda yardımcı olarak bazen de çocuklardan aldığı farsça, kürtçe öğrenirdi. Zaten kürt dilini çocukken köyünde öğrendiği aksanı şimdi tam konuşabiliyordu. Bazen ona çok garip gelir hata tesadüf olduğunu düşünürdü.
'Nerden nereye!' Diye geçirirdi içinden.
Kayalığın arkasında saklanırken ayak sesleri ona doğru yaklaşıp kalbi durmuş gibi son defa atmıştı. Akşamın sisiyle karşısında adam öylece durmuştu. Gözlerini sıkıca kapatıp avuçlarını sıkıntı.
Gözlerini açtığında genç bir adam karşısında öylece şaşkınca bakıyordu.
"Cennette mi geldim!" Dedi adam
Tuana bir anda irkilip adamın ne dediğini kavramaya çalıştı. Azeri dili olduğunu düşünürken bunun türk aksanı olduğunu sonradan fark etti.
"Komutanım" diye bağırdı.
Tuana bir anda geri çekilip kaçmaya çalışsada bu karanlığın içinde kaçması olanaksızdı. Ayrıca taş kayalıklarına çarpıp düşebileceğini düşünürken bir anda genç adam, ona yaklaştı. Bir kaç saniye sonra iki kişi daha gelmişti. Ve daha sonra beşer bir gurup daha bir anda, koşar adım gelen bir adam uzun tüfekli silahı ona doğru çekti. Tuana geri geri adım atarken kafasında bir şeylerin zonkladığını fark etmişti. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
"İndir o silahı asker" diye bağırdı orta yaşlı bir adam. Genç adam silahı ağırca indirdi. Tuana nefesini sessizce dışarıya verince Bir kaç saniye sessizlikten sonra orta yaşlı adam ona doğru yürüdü. Siyah bitişik kaşlarının çakık bakışlarıyla sakince ona
"Tı gurmancı" dedi bozuk bir kürtçe aksanıyla.
Tuana cevap vermeden sustu. Bu sefer farsça aynı cümleyi tekrarladı. Tuana tekrar cevap vermeden başını yere eğdi. Oysa orta yaşlı adam ona kibarca söylemişti. Bir kaç soru sordu ve cevap almayınca sustu orta yaşlı adam. Elini işaret ederek 'benimle gel' dercesine baktı. Tuana türk askerleri olduğunu fark eder etmez bir anda içinde heycan kapladı. Yüzünde istemsizce bir utançla
"Türküm ben!" Dedi ağzından kaçırırcasına. Orta yaşlı adam ona bakıp sağ kaşını havaya kaldırdı.
"Öyle mi.." diye mırıldadı.
Tuana başı eğik bir şekilde yanakları kızarıp başını aşağı yukarı saladı.
"Burada ne işin var?" Diye sordu orta yaşlı adam.
Tuana bu soru altında gözlerinden bir hüzün saçtı. Yumuşak sessizce
"Keçim kayboldu" dedi uzun yılların ardından türkçe aksanını kullanmıştı.
Orta yaşlı adam iki kaşını havaya kaldırıp
"Şu beyaz.." dedi duraksayıp "küçük bir şeydi"
Tuana bir anda gözleri kocaman açarak
"Evet evet" dedi.
Tüm dikkatleri tuana'nın üzerindeyken vücudunda kaynar sular dökülürcesine kızarıyordu. Üst üste terler akıtıp gözleri boğuk bir bakış vardı.
Orta yaşlı adam yanındaki askere bakıp
"Ümit şu gördüğün keçi nerde?"dedi.
Asker tereddütsüzce
"Mahmut başçavuşun elindeydi."
Orta yaşlı adam tek kaşını havaya kaldırıp
"Öyle mi! O nerde"
"Birazdan gelir komutanım."
Orta yaşlı adam tuana'yı süzüp daha sonra askerlere baktı. Tüm askerler tuana'yı sevgi dolu bir bakışla süzerken bu duruma rahatsız olan komutan
"Gel bakalım kızım sen buraya" diyerek yanına çağırdı.
Tuana keçisinin bulunma sevincini içinden yaşarken ona doğru yürüdü. Orta yaşlı adam, ileriye yürüyüp
"Gel kızım" dedi.
Genç kız çekinircesine kayalıklara doğru yürüdü. Tüm askerler arkalarında kalmış önden yürüyen komutan
"Evet söyle bakalım kızım, burada ne işin var" dedi sakince
Tuana başı eğik bir şekilde cevap vermeden bir süre sustu.
"Keçim kayboldu" deyiverdi
Komutan derin bir nefes alıp
"Sen bir türksün değil mi?"
Tuana başını evet anlamında saladı.
"Peki iran'a neden geldin?"
Tuana cevap vermeden sustu ve o sıra yaklaşan bir adama baktı. Elinde süt beyazı keçisiyle yürüyordu. O an tuana tebessüm ederek ona doğru yürüdü. Genç adamın elinde keçisini görünce sevinçten uçar gibi genç adamın elinden aldı. Aniden elerine aldığında sıkıca ona sarıldı.
"Nerdeydin sen?" Diye mırıldadı.
Genç adam ona şaşkınca bakınca tuana'nın gözleri keçisindeydi. Komutan genç adama işaret edip çekilmesini emreti. Genç adam oradan uzaklaşmıştı. Tuana keçisiyle ilgilenirken komutan
"Evin nerde?" Diye sordu.
Tuana gözlerini komutana çevirip ne diyeceğini şaşırırcasına
"Be-n evi-m" dedi kekeleyerek.
"Bilmiyor musun"
Tuana başını iki yana sallayarak üzgün bir ifadeyle baktı.
"Bak kızım senden hiç bir şey anlamadım. Türkiyeliyim diyorsun, evin yolunu bilmiyorsun sen sınırı mı geçtin?"
Tuana şaşkınca bakarak
"Sınır mı!" Dedi.
Komutan derin bir nefes aldı.
"Evet sınır. Burası iran ama Türkiye'li olduğunu söylüyorsun"
"Hayır. Ben iran'da yaşıyorum ama asten Türkiyeliyim"
"Evin yolunu bilmiyoru musun?"
"Be-n evi-n yolunu bilmiyorum. Keçim kaybolunca nasıl geldiğimi bilmiyorum"
Komutan kaşlarını çatarken gözlerinde sabır dilercesine bir ifade vardı.
"Bukan şehrinde bir köyde mi yaşıyorsun?"
"Evet" dedi
"Neresinde oturuyorsun?"
"Mahabad bukan arası sakkez'ede yakın"
"Ha biliyorum orasını küçük bir köy"
Tuana başını evet anlamında saladı.
"Bu gece bizim misafirimizsin"
Tuana ürkekçe geri çekilip
"Ben evime gitmek istiyorum"
"Bak kızım, sen sınır hatlarına yakın bir yerdesin. Bak bu bulunduğumuz alan ise Türkiye İran arasındaki kandil dağlarına yakınız. Burası çok tehlikeli biliyorsundur ki, burada hep savaş var. Seni bu şekilde bırakamayız" Dedi komutan.
Tuana gözlerinde hüzün saçarcasına başını eğerek keçisine sarıldı.
"Tamam" diye mırıldadı.
"İyi. Bu gece burada kalıp bana neden buraya geldiğini anlatacaksın" dedi samimi bir şekilde.
Tuana ona bakıp tekrar keçisine sarıldı.
Bir müddet yürüdükten sonra arkada gelen askerler onlara yaklaşmıştı. Hava gittikçe kararıp gökyüzünde yıldızlar çoğalıyordu. Sisli hava bunu örtüyor, etrafta çınlayan bitki sesleri kulak kabartıyordu. Yürüdükçe yaklaşan zifiri karanlıkta bulunan mağaranın karşısında duruvermişti. Askerler yakınlaştığında ellerinde fener ışıklarla mağaranın karşısında durdu. Komutan bir askerin elinden fener alıp
"Hadi girelim içeriye dışarısı soğuk" dedi tuana'ya bakarak.
Tuana çekinir bir edayla ağır adımlarla yürüyüp bir anda duruverdi.
"Şe-y" diye kekeliyerek TSK askerlerine bakıp "onlar dışarıda mı kalacak. Yani soğuk değil mi?"
Komutan sırıtarak başını saladı.
"Onlar asker dışarıda kalmalılar"
"Ama soğuk" dedi.
"Yok yok soğuk değil. Onlar alışkın, hadi gel"
Tuana arkasına bakıp bakıp yürüdü. Oysa onların dışarıda kalmasına içi el vermemişti. Kuzusuna sarılıp mağaranın içine girdi. Komutan fener ışığını taş aralıklarına yerleştirip giydiği formanın üst ceketini yere indirip
"Hadi gel burada otur" dedi elini işaret ederek.
Tuana bir o yana bir bu yana kıvranıp usulca oturdu. Keçisini dizlerinin üzerine verdi. Eliyle okşadı.
"Keçini çok seviyorsun?"
"Evet"
Bir süre sessizce kalıp
"Aç mısın?"
Tuana, bir anda aklına sabah yaptığı kahvaltı ve ondan sonrasını bir şey yemediğini hatırladı. Karnı guruldamasına rağmen sessizce
"Hayır"
Komutan sol cebinden bir şişe çıkartı. Tuana'ya doğru uzatı.
"Ben dışarı çıkacağım bunu bitir" komutan sakince ayağa kalkıp diğer sol cebinden poşetle paketlenmiş ekmeği ona uzatı. Tuana ağır bir hareketle eline aldı. Komutan uzaklaştığında konserve üzerinde fish yazılı demir ucunu tutup açtı. Poşeteki ekmeği alıp yemeye başladı. Arada kuzusunun ağzına koyarken kendiside bir kaç lokma yiyordu. Kuzusuyla ilgilenirken uzun bir zaman geçmişti. İçeriye giren komutan tuana'nın kuzuyla ilgilendiğini görünce kaşlarını havaya kaldırdı.
"İsmi ne kuzunun?"
Tuana hafif bir tebessümle
"İrfan" dedi kısık bir sesle.
"Güzelmiş" dedi komutan. "Senin ismin ne?"
"Tuana"
"Hmm.. bende Mehmet komutan"
Tuana gözlerini kısarak hafifçe sırıtı. Aklına ülkesi, insanları, kültürü ve daha sonra ailesi geçmişti. Nasıl bir yaşam içerisinde olduğunu unuturcasına tüm yılarını, tüm hayatını unutmuş gibi hissetti. Mehmet komutana bakınca aslında yılarca kendisine samimi bulmadığı insanları şimdi karşısında bir iki saattir çıkmış adamı samimi bulmuştu. Sanki yılarca tanıdığı, yılarca aynı yaşam içerisindeymiş gibiydi. Dahası şivesini sıcak samimi davranışlarını çok sevmişti. Ve en önemliside ülkesini bu kadar özlediğini ona bakarak anlamıştı. Sanki uzak değilmiş gibi, çok yakınında bir yerde sanki bir kaç adım atsa o topraklara basacakmış gibiydi. Yüzlerce kilometre ötede bulduğu ülkesi karşısındaymış gibiydi. O an fark etmiş gibi içten bir sızı girdi içine.
"Söyle bakalım tuana türkiye'nin neresinden hangi memleketindesin?" dedi samimi bir şekilde ve kenarıda bir taşın üzerinde oturdu.
Tuana gözleri dolarcasına içine bir hüzün kapladı.
"Be-n istanbul'da yaşıyordum. Asten malatyalıyım"
"Hmm.. iyimiş oranın kaysıları çok güzel"
Tuana gözlerini kuzuya çevirip sırıtı.
"Hiç bir güzellik insanın doğduğu yer gibi yoktur ve hiç bir tat insanın verdiği memleket tadı gibi değildir"
Mehmet komutan bir anda şaşırsın mı, gülsün mü bilemedi.
"Bak bu doğru"
"memlekettini çok seviyorsun belli"
Tuana başını hafifçe sallayıp
"Kim doğduğu büyüdüğü yeri sevmez ki!"
"Evet öyle" dedi çatı kaşlarını havaya kaldırıp "Peki memleketini bu kadar çok sevmene rağmen neden buradasın?"
Tuana bir anda gözleri uzaklara dalarcasına düşündü. Neden burada olduğu hakkında bir fikri yoktu. Tek düşüncesi burada mutlu, huzurlu bir hayat yaşadığını düşünürdü. Neden bunca yıl ülkesine dönmediğini, hata neden gitmediğini bilmiyordu. İran'a geleli beşinci yılıydı. Zaman su gibi geçerken bunu hiç düşünmemişti işte. Oysa yılarca dağlarda patikalarda dolaşarak gitme arzusu hep yaşıyordu. Bazen unutmaya çalışsada kalbi hep ülkesi, memleketi için atıyordu.
"Evet" diye mırıldadı "ülkemi çok seviyorum ama bu kadar özlediğimi hiç fark etmemişim belkide hep içimde sindirmişim bilmiyorum."
"Sevdiğin halde burada yaşaman zor olmuyor mu?" Dedi kalınt ses tonu mağaranın içinde yankılanmıştı.
Tuana hafifçe sırıtı
"Zor ne kelime her gün ölüyorum" deyiverdi.
"Neden ülkene dönmüyorsun?"
"Dönemem!"
Mehmet komutan neden dercesine baktı ve Tam o sıra tuana
"Yıllar önce bir adam tarafından kaçırıldım daha sonra buraya kadar sürüklenip burada yaşamaya başladım" dedi gözlerini kısarak.
"Nasıl?"
"Öyle burada yaşıyorum. Yaşamak zorundayım burası çok güzel ama memleket kokmuyor işte"
"Bir adam seni kaçırıp onun elinde mi kaçtın?"
Tuana, yıllar sonra bu konuyu ilk defa birisine açması çok saçma geliyordu. bu konuyu açarak morali bir hayli bozulmuştu. Başını aşağı yukarı sallayıp derin bir nefes aldı. Mehmet komutan, onun bu durumuna çok üzülmüş ve istemsizce bir üzüntü girmişti içine. Aniden Ayağa kalkıp gölgesi tüm mağarayı sarmıştı.
"Birazdan sana bir bataniye gönderirim uyu sen" dedi yürümeye başladı "allah rahatlık versin" dedi.
Bu şiveli konuşması tuana'yı çok duygusalaştırmıştı. Biraz babasına, biraz ülke kokuyordu Mehmet komutan. ne sıcak bir yapısı vardı, içten samimiydi. Tuana ülkesinin vatandaşını anadolu insanını özlemişti. Biraz sonra içeriye iri yarı bir asker girmişti. Elinde bir battaniyeyle ona yaklaştı.
"Bu battaniyeyi komutanım gönderdi." Diyerek uzaklaştı.
Bu kadar insanın ona ilgi duyması heleki ülkesinin bir vatandaşı tarafından yapılması daha sevindirmişti onu. Battaniyeyi üzerine atarak kuzusunu yanına alıp uyumaya koyuldu.
Ertesi gün mağaranın aydınlanmasıyla uyanmıştı. Oysa askerler çoktan uyanmış hata dışarıda yüksek sesler duymuştu. Battaniyeyi üzerinden çekerek üstüne çeki düzen verdi. Kuzusunu eline aldı ve dışarıya doğru yürüdü. Askerlerin bir çoğu yerde şınav çekerken, bir çoğu ise koşuyordu. Şaşkınca askerlere bakan tuana bir süre onları izledi. Gerçi dikkat çeken tek kişi oydu. Bir melek gibi süzülmüş hata askerlerin gözünde hayal gibiydi. O sıra yanına gelen Mehmet komutan
"Günaydın" dedi samimi bir şekilde.
"Günaydın"
"Artık evine gitme zamanı geldi."
"Hmh" diye mırıldadı.
Oysa gözlerini askerlerden alamıyordu.
"Tuana" dedi elini şıkırdayarak mehmet komutan.
"Ha evet eve gitmeliyiz. Ama nasıl"
Mehmet komutan sırıtıp
"Senide bir asker yapmak gerekir çok sevdin galiba"
Tuana yanakları kızararak
"Evet çok güzel"
"Hadi seni evine götürelim"
Tuana kuzusuna sarılarak mehmet komutanın peşinden gitti. Kayalıkların üzerinde geçerken dağları aşıp düz yola varmıştı. Az ileride yaklaşan araç önlerinde durdu. Mehmet komutan kapıyı açıp
"Hadi bin" dedi.
Tuana aracın içine girdikten sonra arkasında Mehmet komutan bindi. Yol uzayıp gitti en son küçük bir köye yaklaştığında eve vardığını fark etmişti. Bu kadar çok yürüdüğünü hata nasıl geldiğini anlayamamıştı.
"Siz köyümü nerden biliyorsunuz?"
Mehmet komutan çatı kaşlarını havaya kaldırdı.
"Buraya yakın başka bir köy yoktur. Nasıl bu kadar yürüdüğüne hayret ediyorum hemde.. kuzu meselesi" diyerek sırıtı.
Tuana bir anda yanakları kızardığını hissedip kuzuyu yanaklarıyla kapatmaya çalıştı.
"Eviniz nerde?"
Tuana sağ eliyle işaret ederek
"Şurada"
araba eski küçük bir evin önüne yaklaştı. Dışarıda oturan nur nine ve köyde tanıdık bir kaç kişi etrafındaydı.  nur nine onun için o kadar endişe etmişti ki, tüm köy gece boyunca onu aradığını bilmiyordu bile. Köy tanıdıkları ayağa kalktılar ve arabanın etrafında çember oldular.
Tuana kapıyı açtığında dışarıya çıkar çıkmaz nur nine ona doğru adım attı. Endişelendiği ve nasıl üzüldüğü gözlerinden okunabiliyordu. Bir süre tuana'ya bakıp aniden buruşmuş elini yanaklarını okşadı. Tuana kuzusunu yere indirdi ve nur ninenin gözlerine bakıp ansızın sarıldı. Nur nine iki elini tuana'nın beline dayarak sarıldı. Kuru gözlerinde yaşlar onun hıçkırmasına yetiyordu nur nine. Uzunca sarıldıktan sonra
"Nerdeydin sen güzel kızım" Dedi Kürtçe aksanıyla
Tuana geri çekilip elini yanaklarıyla okşadı.
"Kuzum kayboldu, nur ninem" dedi ve tekrar ona sarıldı. Onları izleyen insanlar acı dolu bakışlarıyla onları süzüyordu. Oysa nur ninenin canı çok yanmıştı. Tuana'yı torunu gibi görmesi ona sahiplenmesi herkesi içten bir sevgi veriyordu. Nur nine tuana'nın gelmesiyle onu getiren kişiyi bakmayı bile unutmuş, gözleri ona çevirdiğinde tebessümle ona baktı. Daha sonra ona doğru adım attı.
"Tı xer hatıyı" dedi Kürtçe aksanıyla.
Mehmet komutan dimdik duruken başıyla bir reverans yapıp
"Allahın hayrı sende olsun" dedi Kürtçe aksanıyla.
"Buyur misafirimiz olun?"
"Allah razı olsun biz gidelim"
Ama nur nine onu bırakmaya hiç niyeti yoktu.
"Olur mu oğlum çayımızı içmeden. Böyle gitmek"
Mehmet komutan her ne kadar istemesede başını olumluca sallayıp bahçeye göz gezdirdi. Büyük bir alana sahip bu bahçe çimenlerle kaplamalı, ağaçlarla çevrelenmişti. Nisan ayın verdiği havayla kır çiçekleriyle dolmuştu. Eski yapımlı evin tuğlalarla örtülmüş bir kaç odadan ibaret olduğunu gösteriyordu. Eve doğru bir kaç adım atıp gözlerini gezdirdi. Nur nine içeriye doğru yürümüştü bile. Mehmet komutan küçük bir odanın içerisine girdiğinde göz gezdirip daha sonra oturdu.
"Çay hazırla tuana" dedi nur nine.
Bir kaç saniye sonra içeriye köydeki yakınlarıda girmişti.
Desenli halıların etrafını çevreleyen taş gibi yastıklar ve ayrıca bir o kadar sıcak bir odaydı. Hiç rahatsız olmadan rahatça davranabilmişti Mehmet komutan. Yirmi dakikanın ardından elinde çay bardaklarıyla içeri girdi tuana. Çayları doldurup içerideki sessiz hava çay kaşıklarıyla doldurdu. Biraz sonra nur ninenin oğlu abad içeriye girmişti. Henüz yaşı otuz olan abad evli bir kaç çocuğu vardı. Nur nine yalnız kalmasın diye tuana ve nur nineyi hep korur kolardı. Ağır başlı düzgün bir kişiliği vardı. Dayısı zayd'ın aldığı bir emirle tuana'yı koruyup koluyordu. zayd ölmüş olmasına rağmen tuana hala onun için dualar eder ve onun ne kadar iyi olduğunu düşünürdü.
"Selam-u aleyküm" dedi abad boğuk bir sesle
"Ve aleyküm selam" dedi Mehmet komutan.
Abad ağırca mehmet komutanın yanında oturuverdi. Bir kaç dakika sonra çaylar servis edilmiş herkes çaylarını yudumluyordu. Havadan sudan konuşan abad ve mehmet komutan sohpetleri gidikçe derinleşmişti. Bu ara tuana aklında geçen ve sürekli unutamadığı ülkesiydi. Gerçekten mehmet komutanı ve türk askerlerini gördükten sonra içinde bir arzu vardı. Ama dile getirmekten utanıyor yüzü kızarıyordu. Bu duruma karşı kendini savunmasız güçsüz hissetmişti. Acaba diye düşünür 'bende mehmet komutanla birlikte gitsem mi' diye geçirirdi. Ama ne yazık ki mehmet komutanın verceği tepkiden korkar ve çekinmişti. Birazda mantıksız gibi gelsede fırsat ayağına gelmişti. Sürekli gözleri mehmet komutandaydı. Oysa etrafında tanıdık insanlar varken neden bir yabancıya bu kadar ilgi duyuyordu ki? Ayrıca neden mehmet komutan ve türk askerlerine bu kadar ilgi duymuştu ki?
Aslında oda biliyordu ki, ülkesinin bir vatandaşını gördüğü için bu kadar ilgiliydi. Bu ilgi göz ucuyla bakmaktan ziyade sempatide duymuştu. Bunları düşünürken aniden ayağa kalkan mehmet komutan izin isteyip dışarıya doğru yürüdü. Bunun ardından tuana'nın içinde bir fırtına kopmuştu. Sanki küçük bir çocuğun annesi onu bırakıp gitmesi gibiydi.
O acıyı içinde hissederken gözleri doluvermişti. Mehmet komutan bahçeye çıktığında tuana'da arkasında yürümüştü. İçinde olmadık üzüntüler yaşarken, istemsizce mehmet komutanın arkasında yürüdü. Mehmet komutan arkasında biri var olduğunu anlayınca arkasına dönüp baktı. Mehmet komutan şaşkınca bakarken tuana'nın gözlerinde bir şey söyleme isteği vardı.
"Be-n be-n" dedi kekeleyerek "seninle Türkiye'ye gelebilir miyim?" Dedi ansızın.
Bir anda heyecan içine girdi ve o an yanakları kızardı ve mehmet komutanın ne tepki vereceğini bekledi.

VERDE (Tamamlandı) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin