31

389 20 10
                                    

Mehmet komutan, gözlerindeki şaşkın ifadeyle baktı. Bir dakika geçmenin ardından gözlerinde onaylar gibi bir bakış vardı. Tuana bunu görünce içinde bir heycan kapladı. Tuana ona bakarken mehmet komutan başını evet anlamında aşağı yukarı saladı.
"Ülkeni çok seviyorsun, bizim görevimiz insanları toplum içerisinde bir tutmaktır" diyerek bir müddet sustu. O an tuana umutsuzluğa kapılmış gibi derin bir nefes aldı. Bir an olmayacak gibi yüzü düşüverdi.
"Ama"dedi Mehmet komutan "seni vatanına götürmek benim için bir şeref ve görevdir" diyerek sustu.
Tuana bir anda yüzü düşütü daha sonra bu sözleri kavrayarak bir anda yüzünde kocaman bir tebessüm beliriverdi. O an çığlık atmamak için, ağlamamak için, kalbinin durmaması için zor tutu kendini. Heycandan titreyen ayakları titreyen kalbiyle beraber sesindede bir titreme oluştu.
"Be-n" diye mırıldadı.
"Hadi hazırlan gidelim" dedi bir anda mehmet komutan.
Tuana şok yaşayarak ne diyeceğini şaşırdı. Arabanın kenarında bekleyen asker arabayı çalıştırmıştı. Mehmet komutan eliyle işaret ederek durmasını istemişti.
"He-men şimdi mi?" Dedi tuana titreyen sesiyle.
"Evet hemen şimdi" dedi sesindeki ciddiyetle. Oysa mehmet komutan kendisinden emin bir bakışı vardı. Çünkü tuana'nın ülkesini ne kadar sevdiğini ve ne kadar vatan hasreti çektiğini anlamıştı. Gözlerinden okunuyor bu sevgiyi içinden görebiliyordu.
Tuana ne yapacağını bilmeden bir sağa bir sola bakıp daha sonra arkasına döndü. Bir an ortaya koyduğu bu düşünceden pişmanlık duydu. Daha sonra Türkiye aklına geçince içine bir heycan kapladı. Bahçenin yeşil çimenlerle kaplamış kır çiçeklere bakındı. Bir süre düşünüp ne yapacağına karar vermeye çalıştı. Sonunda ise tüm düşüncelerini bir kenara bırakıp koşar adım eve doğru adım attı. Kalbi delice atarak nefes nefese kalmıştı. İçeriye telaşla girdiğinde tüm gözler ona yöneldi. Bir anda utanarak yüzü kızardı ve kendini hakim olup nur ninenin yanına gitti. Usulca yanında eğilip gözlerinin içine baktı.
"Nur ninem" dedi avuçlarıyla nur ninenin elini okşayıp avuçlarının içine aldı. Bu duruma şaşıran nur nine
"Çı bu xızamı" dedi Kürtçe aksanıyla.
Tuana nur ninenin gözlerine bakıp sırıtıp yanaklarını okşadı.
"Nur ninem" dedi yüzü bir anda hüzün sardı. "ben gideceğim" dedi aniden.
"Ne!"
Tuana bakışlarındaki hüzünle içten bakış attı.
"Şu gelen asker beni ülkeme götürecek. Orya ülkeme gideceğim"
"Nasıl gidersin" dedi endişeyle
"Beni merak etme nur ninem. Senin yanına tekrar geleceğim valla"
Nur nine bir yanı tedirginken, bir yanı ise endişe vardı. O an ne diyeceğini bilmeden bir süre sustu. Gözlerinde bir hüzün olmasına rağmen göz yaşları belli olacak şekildeydi. Kuru ve bir o kadar umutsuzdu. Yaşlı kadın o kadar tuana'ya alışmış onsuz bir hayat düşünemiyordu. Nur ninenin beş çocuğu torunları ve bir sürü akrabaları olmasına rağmen tuana'dan kopmaz hale gelmişti. Oysa tuana onun açısından haklı ve hakkı vardı. Elbette ki, ülkesine dönmesi gerekiyordu. Buna mani olmaz hata tek bir kelime dahi edemezdi. Ama yinede içi el vermiyor bırakmaya kıyamıyordu. Ya tuana'ya bir şey olsa? Ya onun canı yansa işte bunu düşünmek bile istemiyordu. Dahası tuana ülkesine gider ise tek başına koca şehirde yalnız kalsa?
"Kızım ben istemez miyim, senin ülkene, memleketine dönmeyi ama ya oralarda başına bir şey gelirse!" Dedi sesindeki endişeyle.
Tuana sırıtıp ellerini öpüp okşadı.
"Yok nur ninem bana bir şey olmaz."
Yinede içindeki endişe vardı nur ninenin. Buruk bir gülümsemeyle başını sallayıp hıçkırdı. O an ağladığı belli olmuştu. Her ne kadar gözlerinde yaş gelmesede hıçkırmasından belli oluyordu. Tuana ayağa kalkıp keçisini kolarının arasına aldı. Ayağa kalkan nur nine
"Bak yetiştiğinde haber ver olur mu?"
Tuana kocaman bir tebessümle gözlerinden bir yaş süzülmüştü.
"Sen yeter ki iste nur ninem" dedi ve ona sıkıca sarıldı. Bir kaç dakika sonra yan odaya doğru koştu. Temiz elbiseleri üzerine geçirip bukan şehrinde aldığı çantasına bir kaç eşyasını koyduğunda gözüne çarpan deri kaplamalı defteri elinde tutuşturdu. O an aklına irfan geçmiş ve her baktığında bir türlü unutamıyordu. Bu onun için çok değerliydi. Deri kaplamalı defteri eliyle okşayıp göğsünün üzerine koydu. Bir kaç saniye ağladıktan sonra mutfağa doğru koşup eline çakmağı aldı. Daha sonra ucundan yakıp alev almaya başladı defter. Gözünün önünde yanan defter adeta gözlerinde bir ateş fışkırmıştı. Bunu yakarak mutlu olacağını biliyordu. Çünkü irfan ona tehlikeli olduğunu islamiyet için tehlikeli olduğunu söylemişti. Bu kitabın ne kadar zararlı olduğunu anlamıştı sonunda. İnsanların bilmeyeceği ama tehlikelere sürükleyen bir kitap olduğunu anlamıştı. Her ne kadar manevi değeri olsada bunu göz ardı edemezdi. Yüzlerce hata binlerce bilgiyle kaplamalı bu kitap alev almıştı. Tüm tehlikelerin göz ardı etiği bir kitaptı. Arkasında gelen nur nine
"Ne yapıyorsun daha hazırlanmadın mı?"
"Hazırlanıyorum Nur nine son vermem gereken bir iş vardı. Onu haletiyordum"dedi koşar adım odasına yönlenip çantasını koluna geçirdi. Daha sonra kuzusunu bir bezle altını kapatıp onun için ayırdığı sepete koydu. Nur nine onu baştan aşağı süzüyordu.
"Hakkını helal et güzel kızım"
Tuana kaşlarını çatıp "ne demek o tekrar geleceğim ben buraya hata seni kendimle Türkiye'ye götüreceğim. Hani sen demiştin ya çok merak ediyorum seni her yerini gezdireceğim"
"Ah..tuana kızım bu yaşta gezecek hal mı kaldı"
"Kaldı tabi gerekirse senin için bir jet alırım" dedi sırıtarak.
Nur nine yüzünde bir tebessüm oluşmuştu. O an tuana ellerini öpüp alnına dayadı.
"Merak etme sen, tekrar geleceğim" diyerek kapıya yönlendi. Ağır ağır kapıdan süzülürken nur nine peşinden gelmişti. O an evdeki insanlar ayaklanmış kimisi evine kimisi işine yönleniyordu. Nur ninenin oğlu abad yaşlı kadını teselli edercesine
"Anne biz burdayız üzülme" diyordu.
Köy akrabası olan afraze nur ninenin elini sıkca tutup onu teselli edercesine
"Gittsin ailesini görsün kız. Bunca zaman sonra"diyordu.
Tuana, ev bahçesine çıktığında mehmet komutan onu bekler bir vaziyete durmuş yanındaki askerle bir şeyler konuşuyordu. Tuana'yı görünce gözlerini kısıp başını olumluca saladı. Tuana bahçeye göz gezdirdiğinde yeşil çimenlerin alıcılığı ağaçların çevreleyişini hayranlıkla izledi. Daha sonra gözleri nur nineye değince aniden gelen göz yaşıyla hıçkırdı. Bir müddet nur nineye bakıp yutkundu. Nur nine hüzünle bakıyor ağlamamak için zor tutuyordu. Tuana keçiyi yere bırakıp koşar adım nur nineye sarıldı. Nur nine hıçkırarak ağlayıp
"Git hakkın var beni sakın düşünme seni sevdiğimden öyle yapıyorum" dedi nur nine.
Tuana hıçkırarak ağladı. Daha sonra afraze'ye sarılıp
"Kendine iyi bak olur mu" dedi afraze. Nur ninenin oğluna bakıp
"Kendine iyi bak abad abi" diyerek abad gözleriyle başını aşağı yukarı saladı. Bir dakika ardından kuzusunu eline alıp arabaya yönlenip mehmet komutan kapıyı sonuna kadar açmıştı. Bir arkasına birde arabaya baktı. Bir süre nur nineye baktıktan sonra kapı kapamıştı. Onları camdan izleyip hıçkırarak ağladı. Araba yavaş yavaş hareket ediyordu. O an son bir defa nur nineye bakıp gözlerini kapatı. Yaşlar süzülürken göğsü nefes alıp veriyordu. Araba düz yoldan ilerleyip taş sesleri arabaya vurmuştu. Yavaş yavaş ilerledi ve tuana son bir defa arkasına bakıp önüne döndü. Nur nine arkasında ağlayıp hıçkırmış ama tuana Bunu görmemişti. Keçisini kucağına alıp okşayıp yolu çevreleyen taş bloklarla kaplamalı dağları, koşuşturduğu dağlar izledi. Oysa ne yıllar geçmiş o bunu fark etmemişti. Türkiye işte bu kelime onun kalbinin hızlanmasına neden oluyordu. Anadolu toprakları, kültürün en güzel en medeni hali Türkiye yaşamı hepsini o kadar özlemişti ki, kokusunu burnunun ucunda hisseti. Farklı yaşamın, tarihin merkezi, savaşı, dini, inancı, dilleri hepsinin önce medeniyeti gözlerinin önünde canlandı. Mehmet komutan ön koltukta otururken diğer asker arabayı sürüyordu. Yol ilerledikçe nasıl buralara geldiğini sanki bir rüyaymış gibiydi. Her şey o kadar ani olmuştu ki, hala olanlara inanamıyordu. Arkasında nur nineyi bırakması hiç ama hiç içine sinmiyordu. Arada süzülen gözyaşları ve nur nine gözünün önünde gitmiyordu. Bazı zamanlar pişmanlık duyarken, bazı zamanlar ise heyecanlanıyordu. Yol kenarındaki ırmakları, dağları, ağaçları izlerken uzayıp gidiyordu yol. Mehmet komutan ön aynadan tuana'ya bakıp
"Tuana kızım seni kendimle getirdim ama sen.. evin barkın var mı? Orada yaşayacak mısın? Türkiyeli olduğunu söylüyorsun seni kendimizle getiriyoruz." Dedi mehmet komutan bir an sustu.
Tuana bir anda endişe etmişti. Evet! Evi barkı var mıydı? Dahası ailesini bulabilecek miydi? Peki hala aynı mahalledeniydi? Her be kadar bunları düşünsede kendini motive etmek için
"Evet" dedi "benim bir ailem var, ama yaşadığımı bilmiyorlar umuyorum ki hala aynı mahallede yaşıyorlar."
"Demek öldüğünü biliyorlar" diye mırıldadı "sen bunları nerden biliyorsun?"Diye sordu.
Tuana bir an tereddütle düşünüp
"Biliyorum. Çünkü beni aramaya kalkışmadılar onlar beni çok seviyorlar eğer yaşadığımı bilseydiler mutlaka beni ararlardı." Dedi kendinden emin bir sesle
"Demek öyle" dedi mehmet komutan.
Bir süre sessizlikten sonra
"Bak tuana sen evine gitmeyene kadar benim misafirimsin" dedi sıcak bir samimiyetle.
Tuana bu sıcak davranışın karşısında yüzü kızarmıştı. O an ne diyeceğini bilmeden "teşekkür ederim" dedi.
Mehmet komutan sessizce yolun akışını izledi. Yolu izleyerek uyuyakaldı. Saatler geçmiş kar dağların kara yolarında ilerliyordu. Ağaçlarla çevrili dağlar aynı zamanda karın tükenmediği hakkari yolarında ilerliyordu. Sınıra varmış Türkiye'nin Anadolu topraklarının içine girmişti. Tuana hissedercesini uyandığında gözleri bir anda kamaştı. Heycandan ne yapacağını bilmeden tabeladaki
HAKKRi
Nüfusu 757844
Bu yazıyı görünce bir anda kalbi delicesine heycanla attı. Gözleri bir anda doldu arabanın penceresini açıp esen rüzgarı içine doğru çekti. Yeşilliğin verdiği koku, doğanın, kar, kokularını içine çekti. Ne yıllar geçmiş ne asırlar geçmişti. O bu kokuyu unutmamış iliklerine kadar çekmişti.
Anadolum, vatanım, yaşamım, hasret kaldığım toprağım...
İçimde heycan, kalbimde ağrı veren hasretim kokusunda huzur bulduğum toprağım..
Kültürün en medeni Türkiyem..
Verimli toprağıyla cennet kokan Türkiyem..
Dört bir yanında gül kokan Türkiyem..
Ailemin, arkadaşımın, dostumun, vatandaşı olan Türkiyem..
Gözlerimi her daim dolduran Türkiyem..
Umutların tükenmeyen azimli Türkiyem..
"Ben geldim" diye fısıldadı. Ellerini pencereden çıkartıp soğuk havayı içine çekti. Mehmet komutan onu bu kadar sevinçli görünce istemsizce bir tebessüm ileti yüzüne. Yolun akıcılığı, serin havanın yüzüne vurmasından sevinçten uçacak gibiydi. Kara yolu çevreleyen dağ, tepeler uzatıp gidiyordu. Şaşırtıcı yanı ise hiç bitmeyen erimeyen dağlardaki kardı. Hakkâri çıkışına gelmiş daha sonra başka şehir kasabaların aralarında sıyrılıyordu. Tuğlalı evlerden, çatılı evlere kadar, binalardan, apartmanlara kadar hayranlıkla izliyordu. Buğday tarların yeni yeşilimsi görünümü, ağaçların yeşil yapraklarına kadar hasret kokan memleketi izliyor ve hayran duyuyordu. Her defasında penceresini açıp havayı iliklerine kadar çekiyordu. Türkiye'nin dört bir yanında  otantik ormanlarıyla ırmaklara kadar gidiyordu. Bu cennet gibi, hiç bir ülkeye benzemeyen ülke onun yaşadığı ülkeydi. Bundan gururlanırdı. Tüm toprakları geçmiş, yağmurların, karı, baharını ve dört mevsimi görmüştü. Arada tesislerde duraksayıp ara veriyorlardı. Her yeri özenle gözlemleyip hayranla izliyordu. Her kültürüne ait eşya hatıralar gibi bir çok eşyalara bakınıyordu. Ne güzeldi onun için. Bu kültüre karşı hep hayranlığı vardı. Çeşitli kültür ve yaşam gizemliliği. Ankara'ya vardıklarında içinde bir heycan ve kalp atmıştı.
'İnsanların acayip olduğu ama hayran kalıcak bir şekilde bırakan bu ülke benim doğduğum ülke. Çok soru soran saf gönülerde iz bırakan yaşlılarımız benim doğduğum ülke.. gençelerin saygıyla kültürle büyütülmüş benim doğduğum ülke seviyorum seni ülkem' bunu geçirirken Atatürk'ün heykeline bakıyordu. Tüm Ankara'yı bir tutan vatanımız bu ülkenin yaşamı nereye gidersen git, hiç bir zaman unutamayacak bir ülkedir. Ankara'nın nisan ayın güneşi yavaş yavaş batıyordu. Gün ağrıyor trafik yoğunlaşıyordu. Gece yıldızları semalarda bir milyon aşıyordu. Sisli hava ortalıkta karışıyor, daha sonra dağılıyordu. Bu güzel görünüme şahit olmak için uymamaya özen gösteriyordu tuana. Yaşamı sanki bu güzeliği görmesi için bunca yıl bekletmişti sanki. Gece bir tesiste durarak orada bir kaç saat dinlenmişlerdi. Mehmet komutan tuana'nın ülkesine olan sevgisini gözlerinden okuyabiliyor ve onunla gurur duyarcasına bakıyordu. Dahası ondaki bu ülke sevgisine hayran kalıyordu. Mehmet komutan ülkesi için her türlü mücadeleyi vermiş, ülkesi için yaptığı her şeyden gururlanıyordu. tuana'yı ülkesine getirdiği için bir o kadar seviniyordu. Yaptığı en iyi karardan biriydi. Ama oda biliyordu ki, tuana bir kaçak olduğunu kimliksiz dolaştığını hata bunu bile sormamıştı. Ama bundan emindi. Pek bu konu üzerinde durma niyetinde değildi. Tesiste dinlenirken restoranda girip yemek yemişlerdi. Mehmet komutan sigara paketini alıp dışarıya çıktı. Bir sigara yakıp, dumanını içine çekip dışarıya verdi. O sırada yanına gelen asker kenarında durdu. Mehmet komutan istifasını bozmadan sigarasını çekip uzaklara dalmıştı.
"Komutanım" dedi asker ve mehmet komutan ona bakıp ne diyeceğini bekledi.
"Komutanım biz bir görev için istanbul'a gideceğiz ama şu hani.." dedi duraksadı.
Mehmet komutan anlarcasına gözlerini kırptı.
"Şu kız mı? Demek istedin.."
"Evet Komutanım.. biz.. neden onu yanımıza aldık bu doğru değil"
"Evet doğru değil ama bizim görevimiz insanları toplum içerisinde bir sağlamak değil mi?"
"Evet Komutanım"
"Oda bu toplumdan onu geri çevirirsek bu toplumu nasıl bir tutabiliriz?"
Genç asker başını onaylarcasına sallayarak
"Haklısınız Komutanım" dedi.
Mehmet komutan sigarasını bitirdikten sonra tesiste dinlenip yola koyuldular. Kara yoların kanal gibi uzayıp gitmişti. Yol boyunca ara ara uyanıp zifiri karanlıkta yolu izlerdi. Bazen keçisini eline alıp okşayarak uyurdu. Gökyüzündeki karanlık hava gittikçe kül rengine dönüşüyordu. Gözlerini araladığında denizi görmüştü.
"İstanbul'a mı geldik?" Dedi yüksek sesle
O an mehmet komutan gözlerini araladı çevresine bakındı. Arabayı süren asker
"Hayır hayır gelmedik daha"
Tuana bir anda yüzü düşüverdi. Bir anda istanbul'a geldiği için sevinirken umutları suya düşmüştü.
"Peki ne zaman yetişiceğiz?"
Genç asker arkasına dönüp bakındı.
"Daha var" dedi "burası bursa"
"Öyle mi!" Diyerek yolu izlemeye koyuldu. Uzayıp giden yol bitmek bilmiyordu onun için. Bunca yıl beklerken nasıl olurda bir kaç saat beklemiyor hata sabırsızlanıyordu.
"Bir buçuk saat sonra orada olacağız" dedi asker.
Tuana yolu izlerken güneş gözlerinde parıldıyordu. Yeni çağın kentsel dönüşüm yolarının projelenmiş, eskiye ait hiç bir iz bırakmayan yolar gelişmişti. Bunu gördüğünde içinde bir hayranlık sezdi. Ana yolar, alt yapı projeler, bağlantı kurulan kanalizasyonlar, finansal yükselmeler daha bir çok şey gelişmişti bu ülkede. Bunun farkında olmasına rağmen yaşadığı köyüde bunları her gün takip ediyordu. Şehir hayatının son gelişmelerini iran Türk kanalında izliyordu. Gelişen ülke, insanlarıda modernleştiriyordu. Bir saat sonra bursa çıkmış ve İstanbul'a giriş yapmıştı. Gebze otoyolundan tabelalardaki şehir isimlerine baktı.
"Mehmet komutan" dedi tuana yüzü kızarmasına rağmen "durabilir misiniz?"
Mehmet komutan kaşlarını havaya kaldırıp
"Bunu.. bir tesiste.." dedi ve tuana sözünü kesip
"Lütfen" dedi.
Araba otoyol kenarında durdu. Tuana kapıyı hızlıca açıp dışarıya çıktı. Önce havayı içine çekip daha sonra yerde diz çöküp istanbul'a bakan yolda eğildi ve secde etti. O an mehmet komutan şaşkın bir ifadeyle bakarken, yanındaki asker şok olmuştu. Bir insan bu kadar ülkesini sevebilir miydi? Secde edecek kadar! Tuana ayağa kalkıp iki avucunu açıp havaya kaldırdı.
"Çok şükür çok şükür çok şükür" diye mırıldadı.
Daha sonra yüzüne değdirip ayağa kalktı. Bahar ve kış ayın havasını içine çekip tepelere yükselen güneşe baktı. Arabaya tekrar binip keçisini dizlerinin üzerine verdi. Araba yavaşça hareket edip otoyoldan devam etti.
"Bak tuana" dedi ön koltukta oturan Mehmet komutan "Ben ne kadar insan gördüm ama senin gibi birisini görmedim"
Tuana bir an için tedirgin olarak
"Kötü bir şey mi yaptım?"
"Yok canım. Ülkeni severek bizi çok şaşırttın.. bende hep ben ülkemi seviyorum diye söylenirdim. Oysa ülken için savaşmak yetmiyor, yürekten de sevmek gerekiyor"
Tuana yanağı kızarırken
"Öyle" diye mırıldadı.
Şehir gökdelenleri, binaları, yapsatları hepsini izlemişti. İstanbul şehrin yoğunluğuna girince gözünü bir türlü alamıyordu. Kaç yıl geçmişti, aradan? Kaç asır? Şehrin güzeliğine bakarken aniden Mehmet komutan sesiyle irkildi.
"Tuana bizim misafirimizsin"
Tuana şaşkın bir ifadeyle bakıp, daha önce bunu hiç düşünmemişti. Dahası ilk durağı evi olacaktı. Bunu düşünürken hata defalarca nasıl eve gidipte ailesine anlatacaktı. Ya onu tanımazsa? Ya aynı mahallede değilse? Bunu düşünürken bile tüyleri ürperiyordu.
"Şey.. ben.. evime.." diyerek derin bir iç çekti. "Ben evime.. ailemi görmek istiyorum. Eğer bugün gitmesem uyuyamam"
Oysa yedi yılın geçmişti, nerde bulabilecekti ki ailesini? Her ne kadar bu sorular içinde varsa bile umursamadı.
"Ataşehir'de oturuyoruz. sen yani ailen nerde oturuyor?"
"Üsküdar güzeltepe civarında"
"Hmm.. yakınmış.." diyerek
"Evin yolunu biliyor musun?" Diye sordu
Tuana aniden beyninde bir lamba yanar gibi
"Tabi biliyorum"dedi.
Pendikten ilerleyip düz yoldan sahili varmışlardı. Tuana etrafındaki güzellikleri görünce gözleri bir anda parıldayıverdi. Boy boy dizilmiş rengarenk çiçekler, dar mahalelerde bahçeli evler o kadar özlemişti ki bu manzarayı, anlatmak onun için güç isterdi. Bu güzel şehrin efsane güzeliği onu baştan çıkarmıştı. Kadıköy sahiline vardıklarında trafik yoğunlaşmıştı. Öğle olmuş trafik daha boğucu gelesede tuana hayranlıkla izliyordu. Tüm arabaların sıkışmış hali, mehmet komutanın oflayıp iç çekmesi ona eğlenceli bile gelmişti. Daha sonra pencereyi açıp martıların sesi kulaklarında çınlamıştı. Bir an evrenin bu şehir üzerinde kurulduğunu zanneti. Ve öyleydide bu şehir, hiç çizilmemiş anlatılmaya dili varılmamıştı. Bu şehir dört minare üzerinde kurulmuş bir otantik ve doğaldı. Hiç bir benzeri olmayan ezan sesleriyle karışmış martıları, buna eşlik eden tramvay, siren sesleri, havalanan uçaklar, vapur sesleri onu adeta büyülüyordu. Bir an böcek seslerini kulaklarında hissetmişti. Üsküdar'a vardıklarında eski günler zihninde raks etmişti. Geçtiği yollar, mahalleler, kaldırımların üzerinde koşuşturması ve hiç unutmadığı sahil kenardaki bankın üzerinde oturuşu. Gerçekten bu şehirdemiydi? Yada onun gördüğü bir rüya mıydı? İnanmak zor geliyordu ona. Onca zaman sonra bu şehire ayak basmak çılgınlar gibi karadeniz'de koşuşturup tadını çıkarmaktı. Yada vapurlara binip günlerce çıkmamak şehri sürekli izlemek, görmek bunu istiyordu. Mehmet komutan yavaşça ona dönüp
"Evin yolunu biliyor musun değil mi?"
"Evet" dedi tereddütsüzce. "Çengelköy istikametinde güzeltepeye varınca mahallemi tanıyorum"
Yolun sağ taraftan ilerleyip caddelerde varmış daha sonra Çengelköy ve daha sonra güzeltepeye varmıştı. Tuana, aniden nefes nefese kalmıştı. Gözleri bir anda dolmuş kalbi şimşek gibi çarpıyordu. Mehmet komutan ona yolu sorunca bir anda dona kaldı. Öylece mahallelere bakıp ahşap evlerin bahçelerini izledi. Mehmet komutanın sesiyle irkilip yolu tarif etmişti. Yıllar sonra aynı mahalleye gelmek, koşuşturan mahalle.. büyüdüğü mahalle.. hepsini görmüştü sonunda. Dışarıda oynayan çocukları, etrafta siyah çarşaf kadınlar, rengarenk giyinmiş açık kızlar, tezgahlarda bağıran erkek sesleri ve sonra ağlamaya başlamıştı. Eleri titremeye hıçkırmaya başlamıştı. Kendine çeki düzen vererek sağ eliyle durmasını istemişti. Sonunda evin önünde durmuş hata bir kaç dakika izlemişti. Ne yapacağını bilmeden öylece izlemeye koyuldu. Giydiği mat kahverengimsi ve boğazına düşen siyah dantel eşarbını saçlarının üzerine koydu. Bir müddet bekleyip kapıya doğru adım attı. Elleri titriyordu. Her şey hala aynıydı. Ahşap koyu kahverengi yıpranmış ev hala aynıydı. Zil düğmesi bile değişmemiş kapı bile aynıydı. Eli zile basınca
"Zıırr zıır" diye bir ses geldi. O an kalbi duracak gibi oldu ama daha hızlanarak attı. Mahallede bulunan bir kadın pencereden bağırıyordu.
"Eşeoğlu eşek gel buraya" diyordu. Tuana ona dönüp baktığında küçük bir çocuk koşuşturup pencerenin yanına gitti.
"Anne ben dışarda oynamak istiyorum" dedi üzgün bir sesle. Tuana şaşkınca onlara bakıp hata ne için baktığını bile bilmiyordu. Gözlerini kıstığında bir damla göz yaşı akmıştı. Tekrar kapıya dönüp zile bastı. Bir ses gelmişti. Yakından bu ses bir kadın sesiydi. Gittikçe yaklaşıyor ve kapının tokmağını tutup açmıştı. Genç bir kadın kaşlarını havaya kaldırdı. Mavi gözlerindeki siyah saçlarıyla beyaz bir teni vardı. İnce uzun zarif bir kadındı. Kadın ona şaşkınca bakınca, tuana dizleri titredi. Ne diyeceğini bilmeden öylece sustu. İkisi birbirine bakınca ortada konuşacak kimse yoktu. Tuana şehrine varmış ama zannettiği gibi miydi?

VERDE (Tamamlandı) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin