''Hayır kimse benim avıma dokunamaz!''
Yayımdaki oku, hedef aldığım orktan çekip, üç atlıdan birine doğrulttum. Fakat şimdi savaşıyordu. Arkasında ve önünde orklar vardı. Oklarımı harcamaya bile değmezdi.
Ben de saklandığım ağacın daha yüksekteki bir dalına tırmanmaya başladım. Hem daha iyi nişan alabilirdim hem de -yayımın parlaklığı ile beni görebileceklerinden emin olduğum için- yüksekte olursam farketmeleri zorlaşırdı.
Ben tırmanırken aşağıda savaş sesleri devam ediyordu. Meşalelerin oluşturduğu gölgeler ağaçlara yansıyor ve durmadan hareket eden silüetler oluşturuyordu.
Hedeflediğim dala ulaştığımda üç atlı insana karşı üç ork kalmıştı.
Dalın ucuna doğru biraz daha ilerledim. Görüş alanım açılınca atlıları ve orkları daha iyi gördüm.
Parlayan yayıma, üç parlayan ok birden geçirdim. Kalın dalın üzerinde ayağa kalkıp dengemi sağladım. Yayımı yatay pozisyonda tutup göz hizama kadar kaldırdım. Biraz gerdim. Ama henüz vurmayacaktım. Geriye kalan üç ork da ölünce insanları rahatça nişan alabilirdim.
Onlar savaşırken ben pozisyonumu bozmadan izlemeye koyuldum.
Koyu kahverengi ata binen insan; iri yarı ve güçlü görünüyordu. Ağzı, burnu ve gözleri hariç bütün başını kaplayan demir bir miğferi vardı. Baltasını savuruyor ve can alıcı darbeler veriyordu karşısındaki ork'a...
Ortadaki açık kahverengi ata binen insan; diğerine göre çok küçük ve zayıftı ama hareketlerinin çevikliği gözümden kaçmadı. O da demir bir miğfer takmıştı ama yüzü tamamen açıktı. Bir elinde uzun bir bıçak, diğer elinde ise üç kısa fırlatma bıçağı vardı. Fırlatma bıçaklarıyla yaraladığı ork'a uzun bıçağıyla öldürücü ve seri darbeler indiriyordu.
Sonuncu insan ise simsiyah bir atın üzerindeki kılıçlı savaşçıydı. Uzun kılıcını zarif hareketlerle savurarak karşısındaki ork'un iğrenç kafasını iğrenç bedeninden ayırdı. Bu darbeyi indirirken gözlerinin ateş renginde parladığını görür gibi oldum. Bir insana göre uzun boyluydu. Tüm başını ve gözlerinin çevresini sarmış bir miğfer takıyordu. İyi savaşıyordu. Ama atını zor idare ediyor gibi görünüyordu. At sürekli şaha kalkıyordu.
Mücadele bittiğinde yerdeki ork cesetleri yeşil çimenleri kan rengine boyamıştı. Meşaleler sönmüştü. Etraf yeniden sessiz ve karanlıktı. Yayım göze batmaya başlamıştı. Onları hemen vurmazsam... Beni farketmeleri uzun sürmeyecekti...
Sonra üç atlı da cesetlerin arasından geçerek benim bulunduğum ağacın altındaki açıklığa yöneldiler. Görüş alanımdaydılar. Yayımı iyice gerdim. Derin bir nefes aldım...
Fakat siyah at yeniden şaha kalktı ve binicisi yere düştü. Diğer iki insan atlarını durdurup buna gülmeye başladı.
Ardından siyah at üç insanın çevresinde giderek genişleyen bir daire çizerek, kişneyerek dolanmaya başladı. Bir şey arıyor gibi kafasını çevirip duruyordu. Binicisi yerden kalktı ve atın peşine takıldı.
''Lavien, kızım, gel buraya...''
İnsan dili hakkında küçükken eğitim almıştım. Anlabiliyordum ne dediğini...
Fakat siyah at onu dinlemiyordu. İnsan koştukça at daha da hızlanıyor ve aradaki farkı kapatıyordu. Diğer iki insan atlarının üstünde gülmekten kasılmış bir şekilde, atın ve binicisinin çizdiği dairenin ortasında duruyorlardı.
Bir süre sonra at geldi ve tam benim altımda durdu! Yorulan binicisi ata elini uzatarak yaklaşmaya başladı... At ise benim bulunduğum dalın altında bekliyordu!
O an herşeyi unutup ata bakmaya başladım. Bir safkan olmalıydı şüphesiz... Simsiyahtı, gecenin karanlığında görünmez gibi...
Tiwele!
Evet, düşüncelerimde haklıydım. Bu kesinlikle Tiwele'ydi. Ne kadar da büyümüş ve güzelleşmişti. Yelesinin biraz kısa olduğunu farkettim. Ama bunca zaman insanların yanındaysa ona iyi bakmışlardı doğrusu. Sonra aklıma Tiwele ile nasıl ayrıldığımız geldi...
Tiwele ve ben ayrıldığımızda on yaşındaydım. Altı yaşımda krallığımdan kaçmış ve sınırda küçük bir elf köyüne gelmiştim. İki yıl boyunca orada benimle ve Tiwele ile ilgilenen kişi sarayın şifacılarından biriydi. Savaş o köye uğramamıştı çünkü ülke'nin en uzak noktasıydı ve sınırı denize dayanıyordu.
Ama krallık tamamen düştüğünde... Savaş tüm küçük köylere yayılmaya başladığında... Şifacı beni deniz ötesine geçirmek istedi, yeni yerler ve yeni bir başlangıçtan söz etti fakat ben kabul etmedim, bir daha ülkemi bırakıp gitmeyecektim. Yola çıkmadan bir önceki gece Tiwele ile kaçtım...
Eğer atını istiyorsan Dünya'ya geri dönsen iyi olur! diyen iç sesim beni uyarınca dikkatimi topladım. Bu iç ses bazen işe yarıyordu. Anılardan sıyrılıp gerçekliğe döndüm.
Aslında hemen üstlerinde olduğum düşünülecek olursa insanların beni farketmemiş olmalarına şaşırdım. Ama büyük ihtimalle tüm dikkatleri Tiweledeydi. O uzun süre bakabileceğiniz kadar güzel bir attı. Ben de Tiwele'ye rüzgarla bir fısıltı yolladım:
Rima, ta naa neuma... (Elf dilinde: Koş ve dikkatlerini dağıt.)
Tiwele önce bir süre bekledi. Sonra yelesini hafifçe okşayan rüzgarla dediğimi yaptı ve koştu. İnsanlar arkalarını dönmüş onu izlerken, ben ağacın diğer yanından sessizce aşağı atladım. Kapüşonumu kafama geçirdim. Parlayan yayıma önceden geçirdiğim parlayan oklarımda hazırdı. Yayımı yatay pozisyonda hepsine nişan almış şekilde tutarken, düşündüm, onlara ne demeliydim diye...
İç sesim, Eller yukarı, donlar aşağı! dedi! Aptal şey!
Biraz bozuk bir lisanla ve yüksek sesle:
''Silahları bırakın!'' dedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SELÛNE(Düzenleniyor)
FantasyEski bir elf efsanesi şöyle der; Karlı dağların kalbinde, En soğuk olanın içinde, Kış rüzgarlarıyla, Buzdan beslenerek büyür. ❄ ❄ ❄ Yanardağların kalbinde, En sıcak olanın içinde, L...