Hayatının büyük bir kısmında, su içtiği zamanlar tedirgin olan bir ceylan' ı düşünüyorum. Sürekli tetikte ve gözleri etrafı izler vaziyette yaşam sürdürebilişi aklımın her zaman bir köşesinde olmuştur. Kimi hayatlarda benzer şekilde yaşam mücadelesi veriyor ve bizler yalnızca izlemekle yetiniyoruz. Elimizden ve dilimizden hiçbir şey gelmiyor ve apaçık bir şekilde bakarkör kalıyoruz. Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış bir canavar ile baş başa yol almaktan başka meşguliyetimiz ve ehemmiyet duyduğumuz başka şey yok gibi davranıyoruz. İnsanlarımız merhamet ve vicdan konusunda nasıl delicesine geriye doğru adım attıysa artık bazı konulara tepki bile vermiyoruz. Adil yargılama ve adaletli yönetim hususunda tüm dünyaya nam salmış bir medeniyetin devamı olarak nasıl olurda bu övünç kaynağı özelliklerimizi yitiririz.. Toplum olarak akıllara "Siyasi olaylar ve idareler yüzünden bütün bu olanlar bitenler" şeklinde serzeniş biçimleri ancak kişilerin kendilerini kandırmalarına vesile olur. Neden bu şekilde söylüyorum onu da sizlere detaylı bir şekilde açıklayayım..
Osmanlı devleti (İmparatorluk değildir), Devlet-i Aliyye ismi ile yani "Büyük Devlet" manasına gelen ve haklı olarak oldukça geniş bir toprak bütünlüğü, coğrafi konumu ve içerisinde barındırdığı milletler bakımından oldukça kalabalık ve çeşitlilik gösteren bir devletti. Lakin o zaman uygulanan yargılama ve yönetim şekli(Saltanat veya Monarşi 'ye değinilmemiştir) olarak adil ve insan haklarını ön planda tutan bir yöntem sergilenmekteydi. Hatta öylesine meşhur ve nam salmıştı ki Kanuni Sultan Süleyman Han döneminde yabancı medeniyetlerden oluşan bir grup heyet, yargılama düzeninin ve mahkemelerin nasıl kurulduğunu; nasıl kararlara bağlandığını hayranlıkla izlemiş ve raporlayıp kendi medeniyetlerine örnek teşkil etmesi hususunda hemfikir olmuşlardır.
Şimdi gelelim o dönemde bulunan toplum ve ahlaki düzene. Gayrimüslim ve Müslüman tebaa olarak adlandırılan topluluklar arasında herhangi bir sürtüşme, çatışma ve anlaşmazlık durumu pek ayyuka çıkacak vaziyette olmamıştır.
Osmanlı Devletinde yaşayan Hristiyan, Yahudi ve Müslümanlar arasındaki sosyal ilişkiler üzerine görgü tanıklarının farklı izlenimleri olmuştur. Anadolu'ya gelen Avrupalı seyyahlar, gayrimüslimler ile Müslümanlar arasındaki sosyal münasebetlere değinmişlerdir. Bununla beraber, Osmanlı arşivlerinde ve mahkeme kayıtlarında bu tür ilişkilere rastlamak mümkündür. Osmanlı tarihi kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Müslüman ve gayrimüslimlerin sosyal, iktisadî ve insanî ilişkilerde önemli bir seviye yakaladıkları görülmektedir. Her ne kadar Müslümanlarla gayrimüslimlerin mahalleleri ayrı ayrı olsa da, zaman zaman aynı mahallelerde oturdukları vaki olmuştur. Komşuluk ilişkilerinde genel olarak bir sıkıntının yaşanmadığı, ancak yaşanan bazı olaylar ise mahkemelerde karara bağlandığı anlaşılmaktadır. Gayrimüslimler, Müslümanların kurdukları vakıflardan yararlanmışlardır. Para vakıflarından gayrimüslim vatandaşlara borç para verildiği uygulamada vakidir. Birbirleri ile alış veriş yaptıkları gibi, ticarî ortaklık da yapmışlardır. Hatta İstanbul'da yaşayan farklı dinlere mensup olanların dinî özel gün ve bayramlarda beraber kutlama yaptıkları bile görülmektedir. Hiçbir zaman inanca bağlı olarak gelişen yaşam şekillerinin farklılığı, çatışma sebebi olmamıştır. Aksine hoşgörünün bir göstergesi olmuştur.
Yukarıda bahsedilen kısım Yrd. Doç. Dr. Rahmi TEKİN' in "Müslim-Gayrimüslim İlişkileri" hakkında kaleme aldığı makaleden alıntıdır.
Şimdi gelişen bu süreçler ve yitirdiğimiz yüzyıllar ardında ne değişti de insanlık kavramı, batan bir geminin su altına yavaş yavaş süzülüşü gibi eksildi yüreklerimizden..
"Varlık bir gölge, benlik bir pusu" şemaili sayesinde nice muhtelif yürekler kabardı ve insanlığın özünü oluşturdu esasında..
Geçirdiğimiz bu yüzyılda din kavramı ve merhamet olgusu o kadar basite indirgenmiş duruma geldi ki hassasiyet duyulacak, evhamla karşılanacak durumlar artık düze indirgenmiş ve sadeleşmiştir.
Yine örneklendirme yapılacak olursak Hayati İnanç hocanın bu konu ile ilgili şu sözleri insanlığı düşündürecek niteliktedir, "Bir toplumu yok etmenin yolu, o toplumun lisanını bozmaktır"
Dil kullanımı konusunda açıklamalar yapan Hayati İnanç, stres kelimesine de atıfta bulunarak batı dillerinden alınan bir kelimenin her duyguyu ifade etmesine anlam veremediğini söyledi. "Şimdi bakıyorsunuz kaç tane duygu halini tek kelimeye sıkıştırmışız. Ne olursa stres diyoruz. Tuttuğu takım kaybetmiş stresli, yakınının cenazesi var stresli, yağmur yağmış stresli, işi yoğun stresli. Yok artık. Gerilim, melal, inkisar, gam, gussa, keder, ızdırap, kasvet, hüzün, kahır, yeis, efkar, tasa, dert, elem gibi bu 15 kelime varken neden bunların hepsini yok sayıp sadece stres ile yetinelim" diyen İnanç, bu kelimeleri kullanmanın bizim en doğal hakkımız olduğunu vurguladı. ( Milliyet Gazetesi' nde yayımlanan bir makaleden alıntıdır.)
Yani üstadın burada anlattıkları konusunda ve insanlarımızın artık eski medeni, anlayış gösterme, yardımlaşma, merhamet vb. duygularının körelmesinde etken olarak görünen neden batı seviciliği ya da batılılaşma süreci içerisinde toplum olarak uzaklaşma. Yani anlatmak istediğim olay tam olarak şuna tekabül ediyor: toplum olarak batı kültüründen yararlı ve kullanışlı iktisadi, kültürel ve yaşamsal faaliyetlerimiz için devşirdiğimiz her türlü özelliklerin bizlere fayda sağlayamayacağı durumudur. Mesela yukarıda verilen "stres" örneğinde, Türkçemizde kullanılan güzide kelimelerin artık kullanılmamaya başlandığı gerçeği bizim için oldukça eksiltici manada olumsuzdur. Bununla birlikte davranışsal olarak da etkilenmemiz göz ününde bulundurulmalı. Gençlerimiz artık ebeveynlerine hitap ederken bile hiç münasip olmayan ve tedirgin edici kelime telaffuzlarında bulunuyorlar. Yeni nesil elinde önemli bir koz bulundurduğunu sansa bile sonu hüsranla sonlanacak olması geçmişten gelen tecrübeler ile sabittir. Toplum olarak kendi değerlerimizi ön planda tutmalıyız. Kültürümüz de bulunan onca birikim ve aforizmalardan ilham alarak yaşamalı, mücadelemizi değerli kılmalıyız.
Milletimiz yüzyıllar boyunca asimile edilmeye ve parçalanmaya çalışılsa bile bunun önüne geçilmiş ve önlemler alınmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, bu ülkenin çehresini öylesine çevirmiştir ki ona bu konuda ne kadar dualar etsek az kalır. Bazı insanlar, genelinde muhafazakâr kesim olmakla birlikte açık açık dile getiremeseler bile devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk' e karşı olumsuz düşünceler sergiliyorlar. Peki neden ? "Kıyafet reformu sayesinde kadınların başını açtı etek giydirdi diyorlar", peki kadınlarımız buna zorlandı mı ? Bunu neden sormuyorlar.. Latin alfabesine geçme konusu apayrı bir konu başlığı. Bu konu hakkında ayrı bir bölüm yazmayı düşünüyorum. Kıyafet konusunda getirilmiş olan yenilikler insanları zorbalığa itmemiş, tam aksine özgür iradeleri ile giyinme hakkı tanımıştır. İnsanların anlamadan, araştırmadan kesin bir yargıya varması ne kadar doğru olabilir ? Sanıyorlar ki bazıları kadınları kara çarşaflar içinden soyundurup etekli bir hale büründürdü.. Tesettür halinden saçları açık hale getirdi. Yahu buna kim inanır Allah aşkına ? Din tüccarlığı sayesinde insanlar artık İslamiyet gibi bir güneşten mahrum kalacak. Fetva meclisleri o kadar çoğaldı ki işine gelen fetvayı verdirmek için para ticareti döner haline geldi dünyada. Soruyorum gerçek İslam bu mudur ? Anne ve babasının baskıları sonucunda İslamiyet' ten soğuyan çocuklar görüyoruz. Çocuklar küçük yaşta zorbalık dini zannedip, isteksizleşiyor ve sonucunda uzaklaşıyorlar. Hele ki batılı kültürde ki rahat yaşam ortamlarını gördükleri ve izledikleri zaman değme keyiflerine. Kim ister ki rahatlık varken zorba bir dinin kurallarını ? Sonra neden batıya özenme, hayatı sorgulama, nihilizm (hiççilik), ateizm gibi kavramların git gide insanlarımız arasında yaygınlaşıyor. Benim düşüncem yine ebeveynlerin etkisi oldukça yüksektir bu konuda. Daha sonrasında bulunulan arkadaş ortamları ve çevresel faktörlerden bahsedeceğim. Lakin arkadaş çevresinde ki hayatlar da ebeveynleri sayesinde bulundukları duruma gelmiyorlar mı sizce de ? Elbette arada kusursuz ve etkilenmeyen genç bireyler olacak, hatta arkadaş çevresi ile birlikte hayatını, tekrardan umut dolu bakışlar ile dolduracak. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde "Kişi sevdiği ile beraberdir" buyurmuşlar ve hayatta kimlerle arkadaşlık, dostluk ve bağ kurarsanız onlara benzer ve bir gün onlardan farkınız kalmaz demeye getirmiş ve bu bağlamda başka bir hadisinde "Kötü arkadaş, demirci körüğü gibidir. Üflenildiği zaman ateş kıvılcımları seni yakmazsa, kokusu seni rahatsız eder." diyerek kötü arkadaşlardan ve onların ortamlarından bahsetmiştir. Kişi salih insanlarla, ilim ve fen uğruna yaşayan insanlarla arkadaşlık etmeyi; hoş sohbetli olmayı herkese nasip etsin.. uzun uzadıya yazmak geliyor içimden lakin sıkıntı vermeden tadında bırakayım istiyorum ve son olarak şu hadisle yazıma son veriyorum.. Saygılarımla..
"Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. İlim isteyen kapıya gelsin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İnsan Hak'ta Hak İnsanda
SpiritualCopyright © 2021 Tüm Hakları Saklıdır. İçindeki rengârenk yaşamı belli etmek istersin, siyah beyaz kalmış bir dünyaya.. Toplum psikolojisi ve empati bölümleri içeren bu kitap, sosyal şizofreniye doğru yol alan bu zorlu yaşam mücadelesinde, bizleri t...