Hikayemi okuyan değerli okuyucum, Merhaba!
Buraya mazeret sunmaya geldim, haftaya sınavlarım başlıyor ve ben inek bir öğrenci sayılırım. Bu yüzden bölümler eskisi gibi arka arkaya ya da iki güne bir gelmek yerine daha uzun bir sürede gelecek (En fazla beş gün olur diye tahmin ediyorum.) Ama yorumlar ve beğeniler çok olursa elbette sınavı falan bırakıp yazabilirim de yani :D Ihm, herneyse, yorumlarınızı bekliyorum çünkü bu bölüm tam da bir kırılma noktası :)
Sevgilerle sizi seven yazarınız Alice...
Cemal'i ders çalışma yerine kızı bulmaya odaklanmak istediğimi bahane ederek odamdan kovalar kovalamaz ben de çıktım ve dayımın odasına attım kendimi. Okrentes'le yeniden konuşmaya ihtiyacım vardı ve ondan sonra gerçekten ne yapacağıma karar vermeliydim. Vakit daralmıştı. Kitabı durduğu raftan çekip aldıktan sonra zorlukla taşıyarak dayımın masasının üzerine bıraktım. Aradığım sayfayı bulana kadar çevirdim. Bulduğumdaysa tek yapmam gereken okumaktı.
"Kendimizi iyi taraf olarak nitelendiriyorduk ve kötülere karşı savaşacağımızı düşünüyorduk. Aklımızda çoktan teşkilatlanmış, hazırlanmış ve üzerimize saldırmak üzere olan bir düşman portresi vardı ama yanılıyorduk. Düşman da en az bizim kadar hazırlıksızdı ve savaşı kazanmak için onların da gizli bir silaha ihtiyacı vardı. O kıza yaptıklarımızın aynısını onlar da o oğlana yapmışlardı. Onu bulmuş, almış ve savaş için hazırlamışlardı.
Bunu öğrendiğimde düşünmeye başladım. Acaba o kıza bunları yaşatmak yerine kötülerden önce o oğlanı biz bulsaydık ne olurdu? Oğlanı bulsaydık ve arayanların hepsini yok etseydik. İki masum bebeği bu işe hiç karıştırmadan, öyle büyük bir savaşa hiç gerek kalmadan, bu işi sessizce halletseydik. Bunu yapabilecek gücümüz vardı. Ve senin de bunu yapabilecek gücün var. Çevrene bak ve yanındakileri düşün. Onlar bir ordu. Sana yardım edebilirler ama dikkatli olmalı ve etrafındakileri iyi seçmelisin. Ben bu araştırmaları yapmaya başladığım anda dost bildiğim insanların bana sırt çevirdiklerini gördüm. Beni öldürmeye bile çalıştılar. Bu yüzden eğer böyle bir yol seçmeye karar verirsen dostunu düşmanını iyi seçmeli ve acele etmelisin."
Başımı kaldırıp loş odanın içine odayı görmeyerek baktım. Rüyamdaki o kıza onu kaçırmayacağıma dair söz vermiştim. O zamanlar daha çok küçüktüm ve bu rüyaları neden gördüğümü de bilmiyordum ama o minik bebeği onu çok seven ailesinden ayırıp sonu büyük ihtimalle ölümle bitecek bu yola sokmak istemiyordum. Okrentes'in bütün hayatı boyunca yaşadığı o pişmanlıkları yaşamak istemiyordum. Vicdan azabım sonunda beni de Okrentes'in kendine yaptığı gibi bir ölüme sürükleyebilirdi. Kitabın en son sayfasının en üstünde "Birazdan evi ateşe vereceğim ve içeriden çıkmayacağım. Buna daha fazla dayanamıyorum." yazmıştı ve sonra da "Kendi hatanı mı yapacaksın?" sözlerini bozuk bir el yazısıyla karalamıştı.
Geç kalmıştım. Kızın yerini çoktan bulmuştum ben. Bu da demek oluyordu ki büyük ihtimalle onlar da oğlanın yerini çoktan bulmuş olmalıydılar. Hızlı davranmam gerekiyordu! Kararımı vermiştim. Sonunda acı çekerek ölüme atlayacağım ve başka birini daha peşimden sürükleyeceğim o tekrar eden hatayı yapmayacaktım. Ben kendi hatamı yapacaktım. Sonunda ne olacağını göremiyordum. Gelecek çok bulanıktı ama denemeye değerdi öyle değil mi?
Oğlanı nasıl bulacağımı bilmiyordum ama bana yardım edecek birilerini bulmam zor olmazdı. Etrafımda bir ordu vardı. Okrentes'in uyarılarını dikkate almalıydım. Kim dost kim düşman iyi belirlemeliydim... Dost listemin ilk sırasında Eren vardı. Gerisini onunla beraberken düşünebilirdim! Eren'i çağırmalıydım. Böyle mühim bir konu varken ortada yanıma gelmemezlik yapamazdı.
Omzumdaki ve kolumdaki yaraların sancımaya başladığını hissetmemle gülümsedim. Eren'de beni seviyordu. Hem de benim onu sevdiğim kadar. Kitabı kaldırıp kolumun altına sıkıştırdım. Ne olursa olsun bunu yanımdan ayırmayacaktım ve ayaklandım. Eren'e odamdan seslenmeyi düşünüyordum. Orada daha rahat konuşabilirdik ya da daha rahat konuşabileceğimiz bir yere gidebilirdik.
Kapının koluna elimi attım ve çevirdim ama adımımı dışarı attığımda karşımda malikanenin koridoru yoktu. Ufacık pencereden içeriye giren ay ışığı dışında tamamen karanlık olan daracık bir yerin içindeydim. Ay ışığı minik bir bedeni aydınlatıyordu. En fazla üç yaşında olmalıydı ama ona büyük gelen griye dönmüş atletin açıkta bıraktığı minik omuzlarında hala kanayan yaralar vardı. Dizlerinin arasına gömdüğü siyah başını kaldırıp beyaz teninin üzerinde iki kara deliği andıran simsiyah çekik gözleriyle bana baktı. Gözlerinde acı, nefret, öfke ve sevilmeyi bekleyen minik bir çocuğun masum duyguları vardı. Bu Nadine ile ilgili gördüğüm gerçeklikten tamamen farklıydı. Her köşeden çaresizlik, umutsuzluk ve kötülük irin gibi akıyordu.
Ona doğru bir adım attım. Bana hiç tepki vermiyordu ama beni görüyordu. Beni gördüğünü biliyordum. Bir adım daha attım. Şimdi ayağındaki demir halkayı da görebiliyordum. Halkanın zinciri yatağın altına uzanıyordu. Bu yaştaki birine nasıl olurda bu kadar acımasız davranabilirlerdi?! Ona elimi uzattığımda şaşkınlıkla bana baktı, dizlerinin etrafını dolanan kolları iki yana düştü. Elimi uzatmamı beklemiyordu. Ona doğru bir adım daha attığımda "Nǐ shì yào jiù wǒ?" dedi. Hala bebek olan ve umutla dolu sesiyle bana bir soru sormuştu. Başımı aşağı yukarı salladım. Ne sorduğunu bilmiyordum ama bu kadar umutla sorulan bir soru kötü bir şey olamazdı.
Tek bir adım sonra başıma giren ağrıyla beraber bir yere çarptığımı anladım. Aramızda görünmez bir duvar gibi bir şey vardı ve çocuğun görüntüsü yavaşça bulanıklaştı, silindi ve ben başımı çarptığım koridorun duvarıyla karşı karşıya kaldım.
Çocuğun yanına tekrar gidebilecekmişim gibi elimi duvarın üzerine koydum ve bastırdım ama hiçbir şey olmuyordu. Duvarda aşağı doğru kayarken ağlamaya başladım. Onu çoktan bulmuşlardı ve işkence ediyorlardı. O kadar minik bir şeye hangi insan işkence edebilirdi ki? Ağlamam şiddetlenirken kendimi bir fırtınanın içinde oradan oraya uçup yırtılmadan kalabilmek için uğraşan yaprak gibi hissediyordum. Yeri yurdu, gidecek bir yeri olmayan. Nasıl kurtulacağını bilemez bir şekilde sadece rüzgarın onu savurduğu yere gidebilen bir yaprak gibi.
Nadine'nin neşeyle dolu iri mavi gözleriyle o ufak çocuğun kinle boyanmış minik siyah gözlerini karşılaştırdığımda aradaki dağlar kadar farkı görebiliyordum. O umut dolu sesi aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Bana ne demişti? Bana ne dediğini öğrenmem gerekiyordu. Bu onu bulmam için bir ipucu olabilirdi!
Ağlama krizim biraz olsun dindiğinde gözyaşlarımı bileklerime silerken kitabı da yerden kaldırıp ayaklandım. Ona evet demiştim. Bana sorduğu soruya evet demiştim o zaman onun ne dediğini öğrenmeliydim! Hızla odama çıkarken aklımdan "Eren!" diye sesleniyordum. "Eren! Sana ihtiyacım var!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Beyaz Ve Kırmızı
FantasyMasumluğun rengi nedir? Bence gridir, bir melek kadar masum bir bebek bile gridir. Çünkü o bebeğin rengini açıp beyaza dönüştürebilirsiniz ya da koyulaştırıp simsiyah yaparsınız. Ya bir melek yetiştirirsiniz ya da onu bir şeytana dönüştürürsünüz. K...