~40

7.7K 476 15
                                    

 Şu an kırkıncı bölümdeyiz ve Beyaz ve Kırmızı 50K okuma! Okuyan herkese gerçekten çok teşekkür ederim! Çok mutlu olduğum için hemen yeni bölümü koymak istedim, yoksa bugün yoğun kar yağışı yüzünden eve ancak sekizde girebildim ve çok yorgundum, yeni bölüm yazacak halim yoktu anlayacağınız ama bu sayılara değer diye düşünerek oturdum başına! Umarım beğenirsiniz, çok konuştum, keyifli okumalar :)

        Taş duvarların üzerinde kurumuş kan lekesine benzeyen kahverengi mat kalıntılar vardı. Bu duvarlar o çocuğun hücresinde gördüğüm duvarlarla aynı görünüyordu. Burada öylece dikilmiş kirli koridorlara bakarak zaman kaybettiğimi anlayınca hemen adımlarımı koridorlardan birine yönlendirdim. Nerede olduğuma dair ufak bir işaret minik bir ipucu bulmalıydım bu hayal de yanıp kavrulmadan önce.

    Girdiğim koridorda ilerledikçe burnuma dolan ve genzimde metalik bir tat bırakan kan kokusu daha da belirgin bir hale gelmişti. Yardım dileyen ve acıyla bağıran insanların çok uzaktaymış gibi boğuk boğuk gelen sesleri odaklanmamı engelliyordu. Koridorun boğucu havası başımın dönmesine sebep olurken kendimi cehennemdeymiş gibi hissediyordum.

    Buradan ve buradaki kötü canavarlarla yapayalnız kalmış gibi hissettiren o lanet boşluk hissinden kurtulabilmek için adımlarımı sıklaştırdım.

    Duvarları nefes alabilecek küçük bir pencere olsun bulmak için tarayan gözlerim kırmızı renkli bir armaya takıldı. Simsiyah başka bir armanın hemen yanında taşların üzerinde asılı duruyordu. Ciğerlerime çekebildiğim az miktardaki oksijen yüzünden yarı yarıya açılmış ağzım ve hızla inip kalkan göğsümle armanın yanına gittim. Bu arma bana nerede olduğumu anlatabilirdi!

    Armanın üzerinde sap kısmında yuvarlak halkalar olan çaprazlanmış gri sopalar vardı. Sopaların ucunda anahtara benzeyen şekiller vardı. Baş kısımlarının ortasındaki boşlukta yumurtaya benzeyen bir şey vardı. Bu yumurta bir yerden tanıdık geliyordu. Sanırım bir filmde görmüştüm! Evet İngiliz Kraliçelerinden birinin koleksiyonunda tıpkı bunun gibi olan bir yumurta vardı! Burası İngiltere olabilir miydi? Belki de sarayın altındaki zindanlardan birindeydim şu an! İngiliz Kraliyet ailelerinden herhangi birinin böyle bir armaya sahip olup olmadığını bilmiyordum, bu yüzden başka ipuçları aramak için arkamı döndüğümde simsiyah fakat rahat görünen elbiseler giymiş bir adamla burun buruna geldim. Korkudan bütün sinir hücrelerim ayağa kalkarken ayaklarım benden hızlı davranıp geri geri gitmeye başladı. Sırtım armaya değdiğinde ancak durabilmiştim ama imkanım olsa duvarı delip içinden bile geçebilirdim.

   Beynim uyuşmuş gibiydi resmen ve bu karşımdaki esmer ve kaslı adamdan deli gibi ödüm kopuyordu. Ben tam neden hareket etmiyor diye düşünürken iki kolunu da bana doğru uzattı. Onun bu hareketiyle başım omuzlarımın içine gömülmüş gözlerimse eğer görmezsem kurtulabilirmişim gibi hemen kapanmıştı.  Bir an da beni bu şekilde hazırlıksız yakalaması bütün kaçma yollarımı da kapatmış gibi kaderime razı gelmek üzereydim. Beklediğim darbe saniyeler sonra gelmeyip sırtımda hafif bir kayma hissettiğimde gözlerimi açtım. Adam iki yanımdan geçen kollarıyla sırtımı dayadığım için buruşmuş olan flamayı çekip düzelttikten sonra geri çekilmiş, eserini süzmüş ve koridorda ilerlemeye devam etmişti. Tıpkı Nadine’nin anne ve babası gibi beni görmüyordu!

    Elimi deli gibi atarak zaten zar zor aldığım nefesleri de kesen kalbimin üzerine koyup sakinleşmeye çalıştım. Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmişti.

    Etrafta bunun gibi adamlardan daha çok varsa buraya girmemiz kesinlikle çok zor olacaktı… Adamın hiç İngiliz’e benzer tarafı da yoktu…

    Hayalin yanıp kül olmamasını fırsat bilerek adımlarımı sıklaştırdım ve koridorda ilerlemeye devam ettim. Ta ki demir parmaklıklardan dışarı sarkan ufak beyaz ayağı görene kadar… Tam da kalbimin üzerine oturan bir ağırlıkla beraber adımlarım da yavaşladı ve ben usul usul süzülerek ayağın çıktığı bir kapıdan daha dar olan parmaklıkların önüne geldim. Hücrenin taş zemininde yatan ona büyük gelen paçavraların arasında iyice küçülmüş görünen bu ufaklık benim kurtarmak için savaş başlatmayı göze aldığım çocuktu. Ağzına sıkıştırdığı başparmağıyla zemine iyice yapışmış masum bir melek gibi uyuyordu. Onca kötülüğü dünyaya getirecek olan kişinin bu minik melek olmasına imkan yoktu! Onu kopkoyu yapacaklardı tıpkı bizim Nadine’yi bembeyaz yapmak istememiz gibi… Masumluğun rengi griydi, önümde duran bu çekik çocuğun üzerindeki kirli kıyafetler gibi griydi hem de. Çünkü gri dokunulmamışlığı temsil ediyordu, onun rengini açıp bembeyaz yapabilirdiniz, ya da koyulaştırıp simsiyah… Ya bir melek yetiştirirdiniz ya da onu bir şeytana dönüştürürdünüz.

    Eğilip küçük ayağı avucumun içine aldım. Ona dokunabiliyordum, onu hissedebiliyordum… Ayağı buz gibi olmuştu, annesi bu halini görse içi kim bilir nasıl parçalanırdı? Ben dokunur dokunmaz uyuduğu derin uykudan sıçrayarak uyandı ve anında korku dolu gözleri beni buldu. Çekik gözlerinde beni tanımasının verdiği pırıltıları görünce ona yaşlı gözlerimle gülümsedim. “Söz veriyorum.” Dedim beni anlamayacağını biliyordum ama yine de bunları söylemeden duramazdım. “Söz veriyorum seni almak için geleceğim.”

    Gözümün önündeki görüntüler titreyip soluklaşmaya başladığında buradaki zamanımın dolduğunu anlamıştım. Gözlümden yanağıma akan yaşla beraber ona. “Beni bekle…” dedim. Yüzünde birdenbire bir gülümseme açmıştı. Ne dediğimi anlamıyordu belki ama sözlerim kalbine ulaşmayı başarmıştı.  Ayağımın altındaki zemin kaydığında ayakta kalmam mümkün değildi. Ayakta mıydım hala yere çömelmiş miydim anlayamıyordum.

    Yere düşerken bir çift kolun beni tuttuğunu hissettim. Gözlerimi açar açmaz gördüğüm şey koyu bir karanlıktı. Saniyeler sonra ışıklar gözüme hücum ettiğinde yavaş yavaş açılan görüşüme Cemal’in yüzü girdi. Yüzündeki bariz merakla bana bakıyordu. Kollarından kurtulup yanağımdaki ıslaklığı silerken odama baktım. Harita katlanıp kaldırılmıştı ve eşyalar eski düzenine getirilmişti. Yatağımın hemen önünde ayakta duruyorduk ikimiz de.

    “Bayılır gibi olunca seni yatağa yatırmıştım.” Yaptığı açıklamayla dönüp örtüsü karışmış yatağa baktım. O hızla devam etti. “E ne oldu? İşe yarar bir şey var mı?”

    “Yumurta!” dedim hemen üzerimdeki karamsar havayı dağıtıp odaklanmak için. Aval aval baktığını görünce derin bir nefes aldım ve anlattım. “Bir arma gördüm.” Armayı aklımda kaldığı şekliyle tarif ettikten sonra “İngiliz kraliyet yumurtasıydı. Bu yüzden İngiltere’de olabilir diye düşündüm.” Diye ekledim. Ama ben anlattıkça Cemal’in yüzünde savaşı kazanacağımıza dair bir umut filizi yeşereceği yerde daha da solmuş, kireç gibi beyazlamıştı. Yarı açık duran dudakları kıpırdadığında endişeyle dolup taşan sesi “O yumurta İngiliz kraliyetinin değil, Faberge yumurtası.” Dedi. Asıl konuyu atlayıp kendi kendine konuşuyormuş gibi geldiği için “Cemal?” diye sordum.

   “Ve orası da İngiltere değil… O arma…”

    Kaşlarım çatılmıştı ve ne diyeceğini gerçekten çok merak ediyordum. O armanın nereye ait olduğunu biliyor muydu?

    “Vatikan arması.”

Beyaz Ve KırmızıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin