Hayatında bundan daha berbat bir yolculuk yaptığını hatırlamıyordu. Yarım saatlik uçuşun tam anlamıyla bir işkenceye dönüşmesi elbette First Class biletle yolculuk etmesi değildi. Hayır, sebebi sadece; uzun zamandır görüşememiş kırk yıllık ahbaplar gibi birbirlerine anlatacak fazlaca hikâyesi olan en yakınındaki samimi çiftti.
Madison ve Troy'u bir çift olarak hayal etmek bile beyninde tehlike çanlarının çalmasına neden oluyordu. Görünüşe göre ikisi epey sıkı fıkı olmuşa benziyordu.
Sol çaprazındaki cam kenarında Madison ile çiftli koltukta oturan Troy, yarım saat boyunca hiç susmadan bir şeyler anlatıp durmuş, dahası adam Madison'ı kıkırdatana kadar da durmamıştı.
Kıkırdamak?
Madison Goldberg'in lügatinde böyle bir kelime olduğundan bile haberi yoktu Nick'in. Fakat belli ki vardı ve her beş dakikada bir onu kullanmada kendine engel olamayarak Troy'un kulağına fısıldadığı alakasız şeylere bile kahkaha atmayı alışkanlık haline getirmeye başlamıştı.
Ortaya çıkan sesin hoş olmamasından değildi elbette. Bilakis, Madison'dan gelen sesler rüzgâr çanlarını anımsatan ahenkli bir müzik gibi geliyordu kulağa. Tuhaf olan onu hiç bu şekilde sık gülerken görmemiş olmasıydı.
Genç kadının, ona bu kadar yakışırken, neden daha çok gülmediğini düşünmeye başladı birden. Madison; on yedinci yüzyıldaki mürebbiyeler gibi asık suratlı biri değildi fakat nedense onu gülerken anımsamakta zorlandığını hissetti. Bunun sebebi kadının ortada gülecek bir sebep bulamaması mı, yoksa kendini buna zorlaması mıydı, emin olamıyordu. Emin olduğu tek bir şey vardı, bu ses artık onu deli ediyordu.
Troy'da bu kadar komik olan ne vardı tanrı aşkına?
Nick bu ses yüzünden, ne okuduğu metinlere, ne dinlediği müziğe ne de içtiği içkiye bir türlü konsantre olamıyordu. Lanet uçak bir an önce yere inse de, bu eziyet artık bitse diye düşündü.
Önceki gün Madison ile yüzleşmesini hatırlıyordu. Onunla o gün öğleden sonrası için sözleşmişlerdi. Tanrı biliyor ya, Nick ona bu yemeği kabul ettirebilmek için çok uğraşmıştı. Hiç bir kadını ikna etmek için böylesine bir çaba harcadığını hatırlamıyordu ama yapmıştı. Bunu Madison için yapmıştı. Peki, Madison karşılığında ne yapmıştı? Liseli bir ergen gibi onu ortada bırakmıştı.
Nick bütün gün ondan gelecek bir haber bekleyip durmuştu. Kadının sözüne o kadar güvenmişti ki, aksi bir şey düşünmek aklının ucuna bile gelmemişti.
Ekilmek.
Nick bu kelimenin anlamını unutalı çok oluyordu. Daha önce en son ne zaman ekildiğini hatırlamıyordu. Bu yüzden gurur yapmayıp kadını telefonundan defalarca kez aramaya çalışmıştı.
Sonuç; telefonu kapalıydı.
Yani kadın, Nickholas'ı bir bahane uydurmak için bile aramaya layık görmemişti. Daha da kötüsü, karşısına yüzsüzce özür dilemek için çıktığında ise arkasına saklanabileceği elle tutulur bir bahanesi bile yoktu.
Bu doğruydu...
Madison'ın ona verebileceği tek cevabı vardı, o da randevularının aklından tamamen çıkmış olmasıydı.
Hah. Aklından çıkmış-mış.
Nick gibi bir adam hemde.
Kadının bunu bilerek yaptığını düşünüyordu Nick. Egosuna bundan daha büyük bir darbe indiremezdi. Şundan emindi ki, Madison bundan kadınca bir zevk duymuştu. Hedefi Nickholas'ı sinirden öldürmekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YILDIZ OYUNCU (Tamamlandı)
Fiksi UmumBir SageTaylors Romanı... Yakışıklılığını ve çapkınlığını babasından, özel yeteneklerini ve küstahlığını ise annesinden almış olan Nickholas Andersson; Hollywood'un paparazzileri gibi, en ünlü film şirketlerinin de peşinden koştuğu genç aktörlerden...