Keyifli Okumalar...
Klimadan esen sıcak hava arabanın içindeki soğuk havayla olan savaşı kazanıp tahtını ilan ederken Şifa, kollarını kendine dolamış Alparslan'ın gelmesini bekliyordu. Bakışları pencereden dışarı kayıp Alparslan'ın girdiği fırında kısa bir süre dolaştıktan sonra önündeki arabalara çevrildi. Gri arabanın arkasındaki 'bebek var' yazısına baktığında aklına onlarca düşünce akın etmişti. Neden düşüncelerimizi hiçbir zaman susturamazdık? İnsan kendi içinde bu kadar yorulur muydu? Şifa bazen ruhen kendinden yorulduğunu hissediyordu. Böyle zamanlarda hep aklına Cahit Zarifoğlu'nun sözleri yankılanıyordu.
"Kendimden yorulduğum günlerdeyim."
Öyle ya insanı bazen en çok kendisi yorardı. Alması gereken kararlar, yapması gereken işler ve seçimler adeta beyninin içinde karmaşa yaratırdı. Onları bu karmaşadan kurtarıp sıraya sokmak da ayrı bir sorundu. Bir yük, görünmeyen, kimse tarafından bilinmeyen... İnsanın her zaman kafasının içinde, ruhunda kol gezen... Yavaş yavaş insanı yıpratır, enerjisini düşürürdü.
Hayat, böyle bir şeydi işte. Kafanın içi dolu olsa ayrı sorun, boş olsa ayrı sorundu. İnsanoğlu ne karmaşık bir şeydi böyle.
Şifa, kendini bazen anlayamıyordu bile. Şuan olduğu gibi. İçindeki sakinliği anlayamıyordu, mesela. Sabah kaçırılmış, ölümle tehdit edilmiş, babasını öldüren adamla yüz yüze gelmişti... Ama o şimdi arabada oturmuş Alparslan'ın ona alacağı patatesli poğaçayı bekliyordu. Aklında bir an için Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi canlandı. Nedense bu hiyerarşi ona hem çok doğru hem de yanlış geliyordu her zaman.
Hiyerarşi ve Maslow birçok konu gibi aklının bir köşesine çekilip diğer konulara yer açarken Şifa kendine doladığı kollarını çözüp hırkasının kollarını yukarı sıyırdı ve bileklerine baktı. Bakışları yer yer derisi soyulmuş bileklerinde aheste aheste dolaşırken bir parmağı yara izlerinin üzerinde gezindi.
Korku, şaşkınlık, acı, hüzün... Bütün duygular ruhunu sarıp onu boğmaya başladığında Şifa hızla hırkasının kollarını indirdi ve pencereyi açıp soğuk havanın içeri dolmasına izin verdi.
Geçip gitmişti işte. Niye düşünüp kendisini bunaltıyordu ki? Geçmişte kalmıştı, önüne bakması lazımdı. Alparslan'ı ve kitabını düşünmeye çalıştı. Kötü bir şey olmamıştı ya sonuçta evine gidiyordu.
O adam senin babanı öldürdü! Karşına geçip bununla övündü!
Cümleler beyninin içinde yankılanıp bütün bedeninde deprem etkisi yarattığında dolan gözlerini sıkıca kapattı. Gözyaşları yanaklarından süzüldüğünde Şifa ellerini yanaklarına koyarak bu göz yaşlarından hiçbir iz bırakmamak istercesine sertçe yaşları sildi.
Niye ağlıyordu ki? Aradan üç yıl geçmişti. Babasının yokluğuna alışmıştı. Sahi, alışmış mıydı?
Kapı çaldığında içeri gireceğini hâlâ düşünüyordu oysa. Sofra hazırlarken eli hep dördüncü tabağa gidiyordu. Bayramlarda el öpmek için arıyordu onu. Mezarına ziyarete gidemiyordu mesela. Alışmış mıydı sahiden? İnsan nasıl alışır ki ölüme? Şifa, kendini kandırıyordu işte. Alıştım... Kelimesi zehir gibi ağzının içinde yayılsa da kullanıyordu bu kelimeyi. Bir şeyi kırk defa söylersen olur hesabına mi inanıyordu acaba içten içe? Bilmiyordu işte. Kendini anlayamadığı konulardan birisiydi bu da.
Söz verdi kendine, bu olay çözülürse babasının mezarına gidecekti. Verir vermez nedense bir pişmanlık çöktü yüreğinin tam ortasına. Gidecek miydi? Gitmek ölümü kabullenmek olmaz mıydı?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sen Benim Romanımsın
General FictionO, aslında kimdi? Bir adam, gizemlerle dolu... Geceleri, şehrin karanlık sokaklarında Barut ismiyle hayat buluyor. Ve şehrin yüzlerce mahallesinden birinde genç bir kadın, onlarca yazma girişimine rağmen asıl romanını yazmak için ilham kaynağını bek...