Salonun tam ortasında duruyordum. Gece yalnızca evin içini değil, ruhumu da doldurmuştu sanki. Birkaç adım ilerimde koridor vardı. Sağ tarafta bir banyo ve babamın odası, sol tarafta benim odam bulunuyordu. Oldum olası korkardım karanlıkta evin içinde dolaşmaktan.
"Bahar!" babamın boğuk ve uzaklardan gelen sesinden cesaret alarak koridora doğru adım attım.
Salona vuran ay ışığı burayı aydınlatmaya yetmiyordu.
"Baba... Baba neredesin?"
Korkuyordum. Neyden ve neden korktuğumu bilmeden korkuyor ama karanlığın içinde ilerlemeye devam ediyordum. Ellerim ve ayaklarım buz gibi olmuştu. Babamın odasının önüne geldiğimde aceleyle kapıyı açarak içeriye girdim. Karşılaştığım şey nefesimi keserken geriye doğru bir adım attım.
"Baba. " dedim titrek bir sesle.
Babamın sırtı bana dönüktü. Yerde oturmuş, baygın bedenimi dizleri üzerine çekmişti. Kanım yerde ufak bir göl oluşturuyordu. İleriye doğru bir adım atmak istedim. Bize daha yakından bakmak ve bir türlü beceremediğim ölümün nasıl bir şey olduğunu görmek istiyordum. Ama yapamıyordum. Babam bana cevap vermiyor, ağlayarak bir ileri bir geri sallanıyordu.
İşte benim eserim!
Elimi attığım her şeyi böyle tuzla buz ediyordum. Lanetli gibiydi. Mutluluk asla yanımda kalmıyor, her seferinde bana sırtını dönüyordu. Bıkmadan ve usanmadan arkasından koşmama rağmen ne ona ulaşabiliyordum ne de vazgeçebiliyordum. Bu döngü hep bu şekildeydi. Daha fazla midemi bulandıran bu görüntüye katlanamayarak geri geri odadan çıktım.
Nereye gidecektim?
İnsan kendinden ve kaderinden kaçabilir miydi?
Hayır. Kaçamazdı. Hayat bana bunu defalarca kanıtlamıştı.
Ay ışığı yatağın üzerine vurarak karanlık odayı aydınlatırken nefes nefese uyandım. Bir kabustan başka bir kabusa uyanmak gibiydi gözlerimi aralamak. Çünkü ne zaman bilincim yerinde olsa hep aynı düşünceler kuşatıyordu beynimi. Onu merak ediyor ve bu merak etme duygusu yüzünden kendimden nefret ediyordum. Ateşten bir çemberin içinde yanıyor fakat ölemiyordum. Öylece acı içerisinde kıvranıyordum. Gelen mektuplar Alparslan ile aramızda konuşulması bile yasak bir sır olarak sessizliğe mahkum edilmişti. Tek düşündüğüm şey o mektuplar olsa bile varlıklarını birinin sesinden duymak beni deliye çeviriyordu. Bir ses durmadan "Seni ölümün kollarına annen itti." diyordu.
Alparslan'ı uyandırmadan yataktan çıktım. Çıplak ayaklarım zemine değdiğinde titreyerek kollarımı birbirine sardım. Ne uyku uyuyabiliyordum ne de doğru düzgün yemek yiyebiliyordum. Evin içerisinde birkaç dakika boş boş dolandıktan sonra yavaş ve sakin adımlarla banyoya yöneldim. Gecenin ve gördüğüm kabusun etkisiyle aklım bulanıklaşmış, bastırdığım onlarca duyguyu su yüzüne çıkarmıştı. Açtığım her odanın içerisinde babamı ve kanlar içerisindeki kendimi görecekmişim gibi tedirgindim. Bütün bedenim titriyordu. Ama bu titremenin üşümekle alakası bile yoktu. Ağır hareketlerle soyunarak duşa girdim. Duşun beni rahatlatmasını, üzerimdeki yorgunluğunu almasını bekliyordum. Bu boşa bir bekleyişti. Çünkü benim yorgunluğum üstümde değil tam kalbimdeydi. Kaç dakika suyun altında kaldım bilmiyorum ama Alparslan'ın sesiyle kendime geldim.
"Bahar, iyi misin?" diye soruyordu endişeli bir sesle.
Üzerime bornozumu giyerek kapıyı açtım. "İyiyim."dedim söylediğime kendim bile inanmayarak.
Ben salona ilerlerken hiç konuşmadan arkamdan geliyordu.
" Neden uyandın? "dedim sanki benim bu saatte boş boş evin içinde dolaşmam çok normalmiş gibi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HEZEYAN
RandomSinsice oyunlar oynayan o değilmiş gibi gözlerime bakarken benliğim önünde diz çökmüştü. "Böyle olsun istemedim." Fısıltısı kulaklarımda çığlıklara dönüşürken yaşlı gözlerimi kuzguni gözlerine sabitlemiştim. Bir enkaz olarak geldiğim kalbinden şimdi...