Bölüm 8: Kırmızı lale

86 15 152
                                    

Yeni bölüm geldi. Keyifli okumalar.

Multimedya: Furkan Olgaç belki şarkılar yüzünden

★★★★★★ Kırmızı lale★★★★★★★

2016 Nisan. Füzuli ilçesi. Ulduz

Kimseye görünmeden sessizce yerime geçip uzandım. Gözlerimi kapatıp yorganı kafama kadar çektim, yarın daha zinde uyanmak için bol bol uykuya ihtiyacım vardı.

Sabah erkenden kalkıp mutfağa geçtim. Buradaki askerlerin yemeklerini verdikten sonra, öğle yemeği için hazırlıklara başladık.

Kadınlar bugün yeni esirlerin getirileceğine dair duydukları dedikoduları bir birine anlatıyordu. Onların rahatlıkla anlattığı şeyleri duyduğumda buz kesildim. Hareketlerimi ve mimiklerimi kontrol edebiliyor olsam da, kalbimi kontrol edemiyordum.

Kim bilir hangi vatan evladını yakalamışlardır? Ona ve diğerlerine yapılan işgenceleri izlemeye nasıl dayanacaktım. Ben izlemeye bile dayanamazken, onlar bu acıya nasıl dayanıyordu? Düşman düşmandı, ondan merhamet beklemek bir hülyadan farksızdı. Tek düşüncem onları buradan çıkarmanın bir yolunu bulmaktı. Aksi takdirde kendimi hiçbir zaman affedemezdim.

Ağlayan küçük bir kız çocuğu sesi duyduğum da esirlerin getirildiğini anlamıştım. Kadınlarla birlikte mutfaktan çıkıp esirlerin tutulduğu yere doğru gittik. Kenarda durup sessizce gelenleri izledik. Anne ve küçük bir kız çocuğunu sürüyerek içeri getirdiler. Küçük kız korkudan annesini sıkıca tutmuş bir yandan yalvarıp, bir yandan da hıçkırarak ağlıyordu. Annesiyse kızı için bu şerefsizlere yalvarıyordu, "Nolur kızımı bırakın, o daha küçük korkuyor" diyordu, ancak nafile bir yalvarmaydı. Bu şerefsizlerin vicdanı yoktu. Çocuk, kadın ve ya yaşlı demeden herkese düşman gibi bakacak kadar kör olmuştu gözleri. Anne ve kızı parmaklıkların ardına bir çuval gibi itti zorba adam ve kapıyı anahtarla kapatıp, anahtarı cebine koydu.

Küçük kızla göz göze geldim, ne kadar istemesem de gözlerimi ondan ayırmakta zorlanıyordum. Aynı küçük oğlum Polat gibi bakıyordu. Kahverengi gözleri yaşlarla doluydu. Ben her göreve gittiğim de Polat aynı hüzünlü gözlerle bana bakar, akmakta olan göz yaşlarını tutmaya çalışırdı. Yüzüne bakmak istemesem de onu görmeden çıkamazdım evden. Sıkıca sarılır, bırakamazdım onu. Yarım saat öyle kaldıktan sonra gözyaşlarımı siler, dimdik ayağa kalkarım, "vatan için oğlum, vatan için" diyerek evden çıkarım. Ancak geri de bıraktığım ağlayan bir çocuk olur. Üç yaşında küçücük bir çocuk bunu anlayamaz. Babası şehit olmuş, annesinin de onu bırakıp gittiğini düşünüyordur belki de. Annem ne kadar çalışsa da o daha çocuk anne ve babasını araması çok doğal.

Baban şehit oldu oğlum bile diyemiyoruz, nasıl söylenir ki bu? Söylesek anlayamaz ki zaten. Annem büyüyünce anlayacak diyor, ama anlasa ne olur ki? Baba özlemi derin izler bırakır küçücük kalbin de. Ben ne kadar çalışsam da yerini doldurmam. Kendimden biliyorum. Ben nasıl küçük yaşta babamı kaybettiysem, oğlum da aynı kaderi yaşadı. Daha doğmadan babası düşmanla savaşırken şehit düştü.

O günü hiç unutmam. Hastanede doğum için saatleri sayarken, aniden şehit haberi gelmişti. Ardından küçük oğlum dünyaya geldi. Sevinç ve keder aynı anda mesken saldı yüreğime. Belki rabbim birini benden aldı, ancak bir hediye bahşetti. Onun kanından olan bir evlat nasip etti bana. Acı dolu günleri küçük oğlum sayesinde atlattım. Tam beş sene geçmişti o olayın üstünden. Oğlum ben yanında olamasam da her geçen sene büyüyordu. Bir ayda beş defa görebiliyordum onu. Her gitmek istediğim de ağlıyor, bırakmak istemiyordu. Ancak el mecbur her defasında onu bırakıp göreve koşuyordum. Vatan görevi kutsaldı çünkü. Ben onun için onun güzel geleceği olması için mücadele veriyordum. O daha iyi bir Azerbaycan da yaşasın diye, özgürce dolaşabilsin, kimseye boyun eğmesin diye. Hür yaşasın diye... Biz milletimiz hür yaşasın diye canımızı hiçe sayarak düşmana karşı savaş veriyorduk.

Karabağ'ın esir çiçeğiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin