Kollarım balkonumun korkuluklarına yaslandı. Geriye doğru attığım bir adımla bütün ağırlığımı demir korkuluklara verirken iç çektim. Bir fincan papatya çayı olsa güzel güzel içerdim. Ama içeri geçip hazırlamak için o an fazla üşengeçtim.
Bakışlarım karşıdaki apartmanın çatısını aşan ve hemen önümde uzanan sakin şehir görüntüsünden birkaç saniyeliğine kopup yana kaydı. Esmer komşumun balkonuna. Sanki nerede olduğunu ya da ne yaptığını görecekmişim gibi orada kısa bir süre dolanan bakışlarım karanlıktan başka bir şeyle karşılaşmamıştı. Oğlan evde değil gibiydi. Gözlerimi yeniden olmaları gereken yere çevirirken yine iç çektim.
Dünden beri aklım sürekli doluydu. Öyle ki kafamda gün boyu dolanıp duran tüm o düşünceler güneşin batışının şehri karanlığa boyamasını izlerken de benimleydi şimdi. Hatta başım bile ağrımaya başlamıştı. Bu yüzden tüm o şeyleri bir kenara bırakabilmeyi umup derin bir nefes aldım. Hatta gülümsedim.
Aldığım derin nefes hiçbir işe yaramadı. Gülümsemem dudaklarımda dondu. Yeniden iç geçirmemek için dudaklarımı birbirine sıkıca bastırdım. Tam o anda telefonumdan yükselen zil sesim irkilmeme neden olurken yaslandığım yerden yavaşça doğruldum.
''Sehun?''
Gözlerimi devirdim. Bazen aramalarını isimleri doğru dürüst bile okumadan yaptığını düşünüyordum. Her seferinde cevapladığım telefonda yükselen soru işaretleriyle dolu sesinin başka ne açıklaması vardı emin değildim çünkü.
''Ne oldu Yeol? Ayrılalı iki saat oldu. Beni mi özledin?''
Gözlerini devirdiğine emindim. Hatta neredeyse karşımda beliren o ifadesi sonunda dudaklarımın gerçek bir gülümsemeye kıvrılmasına neden oldu. O beni özlemiş miydim bilmiyordum. Ama ben bunun için kendime saatlerce lanet okuyabileceğim kadar beter özlemiştim onu.
''Evet özledim. Canım sıkıldı. Evde misin?''
''Gel.''
Başka bir şey söylemeden telefonu kapadı. Ben onu başında görene kadar sokağın o köşesine bakmaya devam ettim. Bu akşam daha bir sert esen rüzgar giydiği siyah hırkasını savurup duruyordu. Başını aşağıya eğmiş çok önemli bir şey yapıyormuşçasına dikkatle belli bir düzende attığı adımlarını izliyordu. Mavi gömleği ve altına giydiği siyah kotuyla karanlık sokağımla o kadar uyumluydu ki sonunda apartmanın girişen ulaşana kadar gözlerimi sabit bir hızda yürümekten başka bir şey yapmayan bedenden çekemedim.
Bunu ancak girişte kaybolan oğlanın ardından kapanan kapıdan çıkan yüksek sesle yapabilmiştim. Gözlerimi uykudan uyanıyormuşçasına kırpıp onu karşılamak için içeri geçip giriş kapısını araladım.
''Yarın dersin yoktu değil mi?''
Elindeki poşeti kaldırıp söyledi. Yüzündeki yaramaz gülümseye karşılık verirken başımı iki yana salladım.
''Akşamdan kalma olmamıza engel yok o halde.''
İçeri geçer geçmez salonu es geçip balkona ilerlediğini görünce onu takip ettim. Duvarın hemen dibine yerleştirdiğim sandalyelerden birine yavaşça yerleşip ayaklarını karşısındaki sehpaya uzattı. Ellerinden biriyle hemen yanındaki boş sandalyeye pat patladı.
''Otur Hun. Ve söyle bakalım. Neyin var?''
Ayaklarım söyledikleri bir emirmişçesine dediğini yapıp beni oğlanın yanına taşırken gülümsemeye çalıştım.
''Yok bir şey. O nerden çıktı şimdi?''
Aldığı derin bir nefesi sertçe verirken yanına oturmamı izledi. Üzerimdeki hırkanın fermuarını yukarı kadar çektim. Hava bu akşam gerçekten de soğuktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Black Dahlia
Fanfiction''Sehun.'' dedi. Göz kapaklarım titredi ama açmadım. Konuşsam sesim de titrerdi hatta. Konuşmadım. ''Bak. Bir erkeği öpersen böyle hissedersin.'' Ben üzerime yıkılan bütün duvarlarımla kendi enkazımda ezilirken söyledi. Bir erkeği öpmek böyle mi hi...