Başımı ellerimin arasına aldım. Bacaklarıma yasladığım dirseklerimle öne doğru hafifçe eğildim. Aralanan dudaklarımdan sesli bir nefes firar etti. Çıkan nefesimin buhar olup yayılmasını ve saniyeler içinde yok olmasını dalgın gözlerle izledim. Titrek ışığıyla ara ara sönüp sonra yeniden yanan ışık önümde sıralanmış plastik koltuklara düşen gölgemi dans ettiriyordu.
Burnumu yavaşça çektim. Hava soğuktu. Üzerimde hala mavi kazağım, altımda kot pantolonum vardı. Ama hava soğuktu işte. Bir de hırkam olsaydı fena olmazdı. Ama alelacele, kaçarcasına çıktığım evden hırka almak aklıma dahi gelmemişti.
Aklıma salonumda öylece bıraktığım abim geldi. Onu suçlamıştım. Sanki ben çok masummuşum, her şeyin sorumlusu değilmişim gibi kalkmış bir de onu suçlamıştım. Gözlerim doldu. Nafile bir çabayla ağlamamaya çalıştım, başaramadım. Bir kere ağladım mı sonrasında duramıyordum zaten. Yine aynısı olmuştu.
Kendimi dalgın adımlarla bu ıssız, neredeyse karanlık sahaya sürüklerken dakikalarca ağlamaya devam etmiştim zaten. Şimdiye kadar anlamış olmam gerekmez miydi? Hiçbir şey değişmiyordu. Ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Ama engelleyemiyordum. Gözlerim de burnum da yeniden sızlamaya başlamıştı. Başımı kaldırdım. Ellerimle yanaklarıma süzülmek üzere gözlerimin kenarında biriken yaşları sertçe sildim. Ne halt yemeye Jun'u suçlamıştım? Ne halt yemeye Chanyeol'u bu kadar zorlamıştım? Aklıma oğlanın çıkmadan önceki bakışları gelmişti.
Ofladım. Titrek bir nefesi yavaşça verdim. Tam o andı. Ben az ötemde, bir sonraki sokağın lambalarının aydınlattığı yok kenarına kadar önümde uzanan karanlığa gözlerimi dikmişken duydum ayak seslerini. Burnumu yeniden, sertçe çekerken içime yerleşen korkuyla başım eskimiş tellere zar zor tutunan demir kapıya döndü.
"Neden?" diye fısıldadım.
Oğlanın etrafta gezinen başı bana dönene kadar her bir hareketini dikkatle izledim. Gözlerim yeniden doldu. Yeniden sildim. Loş ışıkta yüzünün bütün detaylarını göremedim ama beni fark ettiği an rahatladığını aramızdaki metrelerce mesafeye kadar fark etmiştim. Beni mi arıyordu yani?
"Sehun."
Adım dudaklarından bir nefes gibi çıkmıştı. O hızlı ve uzun adımlarla yanıma gelene kadar onu bana yaklaştırdığı her adımında kapıdan girdiğinden bu yana görmek istediğim yüzü daha da netleşti.
"Ne işin var burada?" dedim esmer oğlan büyük basamakları uzun bacaklarıyla kat edip yanıma yaklaşırken.
"Balkondan gördüm seni. İyi görünmüyordun. Seslendim duymadın da." Hemen yanıma otururken derin bir nefes aldı. "Kalabalığı sevmediğini bildiğimden bu saatte gidebileceğin sessiz sakin olan sadece iki yer geldi aklıma. Ya buraya gelecektin ya da sokağın aşağısındaki parka."
Eli ensesine gitti. Utanmış gibi. Ama yüzünde utandığına dair hiçbir ifade yoktu. Aksine fiziksel bir yaram var da onu arıyormuş gibi dikkatli gözlerini yüzümün her köşesinde gezdiriyordu. İçimde üzerimdeki bakışları gözümü her yokladığında büyüyen bir kaçma isteği vardı. Sanki Jongin biraz daha baksa içimdeki yaraları da görecekmiş gibi. Görmesini istemediklerimi. Ama yapmadım. Bir yanım kaçmak isterken diğer yanım burada olmasından memnundu. Beni rahatlatıyordu varlığı. Yine içinde Jongin'in olduğu bir çelişkiye düşmüştüm.
"Önce parka gittim. Yoktun. Sonra da buraya geldim. Neyse ki üçüncü bir seçenek düşünmeme gerek kalmadı. Buradasın."
Gözleri yüzümdeki turunu tamamlamış gözlerimde durmuşlardı. Elleri yükseldi. Parmak uçları yanağımı buldu önce. Hafif, sıcak dokunuşu üşümüş yanağımda yükselip göz kenarlarında duraksadı. Benim aksime o gözyaşlarımı silerken incinmemden korkuyor gibiydi. Dokunuşu nazik ve şefkat doluydu. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Hayır, lütfen. Artık ağlamak istemiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Black Dahlia
Fanfic''Sehun.'' dedi. Göz kapaklarım titredi ama açmadım. Konuşsam sesim de titrerdi hatta. Konuşmadım. ''Bak. Bir erkeği öpersen böyle hissedersin.'' Ben üzerime yıkılan bütün duvarlarımla kendi enkazımda ezilirken söyledi. Bir erkeği öpmek böyle mi hi...