Adımlarım onları bir düzen içinde atmaya çalıştığım her an birbirine karışırken derin bir nefes aldım. Başım gözlerimle takip ettiğim ayaklarımdan, günlerdir ilk defa bulutsuz, güneşli bir havayı taşıyan gökyüzüne yükseldi. Derin bir nefes daha alıp yine de soğuk olan havayı içime çektim. Nefesim dudaklarımdan buhar olup yükseldi. Evime varan sokağa dönerken gülümsedim. Mutluydum. Aylardır, hatta belki de yıllardır, ilk defa bu kadar pervasız bir mutluluğu taşıyordum üzerimde. Bütün dertlerim, sıkıntılarım, aptal düşüncelerim bir anda yok olmuş gibi. Yok olan hiçbir şey olmasa da öylesine bir umursamazlık içindeydim ki birini bile düşünmek aklımın ucundan dahi geçmiyordu.
Gülümsemem büyüyüp gözlerim sokak boyunca uzanan yola dikilirken biraz ötemde tanıdık bir bedeni gördüm. Ellerinden birini haki yeşili montunun cebine koymuş diğeriyle küçük, beyaz bir poşet taşıyordu. Ben adını seslenip seslenmemeye karar vermeye çalışırken montundaki elini çıkarıp saçlarını yavaşça karıştırdı. Arkadan bakınca bile bu hareketinin tutamlarını bir birine karıştırdığını anlayabiliyordum. Az öncesine kadar içimde kıpraşıp duran o neşe artarken dudaklarımı birbirine bastırıp koşar adımlarla yanına yaklaştım. Arkasında durup elimle omuzuna yavaşça vurdum. Koyu bakışları kim olduğumu anlamak için bana döndü. Büyük bir adımda tam yanına vardım.
"Ne haber?" dedim bakışlarım bedenini tararken.
Gözlerinin altında koyu halkalar oluşmuştu. Saçları tahmin ettiğim gibi karışmış, burnu soğuktan olsa gerek kızarmıştı. Berbat görünüyordu. Olabildiği kadarıyla elbette. Çünkü bile bilirdi ki lanet Kim'in berbat görünmesi basit akşamdan kalma haliyle mümkün falan değildi.
"Başım ağrıyor. Ve midem ağzımda şu an."
Mızmızlanan sesine göz devirdim. Dudaklarım alaycı bir gülüşle gerilirken omuz silktim.
"Dün akşama göre iyi bile sayılırsın. Ne halt yemeye o kadar içtin?"
Dudaklarından çıkan anlamsız bir şaşkınlık ifadesiyle yüzüne baktım. Gözleri kısılmış, kaşları çatılmıştı. Yüzümde anlam bulmaya çalışan o bakışları geziniyordu. Başımı usulca iki yana salladım. Bunun tek bir anlamı vardı. Hiçbir şey hatırlamıyordu.
"Dün akşam karşılaştık mı?"
Ağzımdan küçük bir hıh çıktı.
"Pek karşılaştık diyemeyiz. Daha çok kapıma dayandın."
Parmakları koluma tutunurken duraksadı. Onunla birlikte apartmanımıza birkaç metre kala yol kenarında öylece durdum. Şaşkınlığı yüzüne yansırken beni bulan bakışları karşısında kahkaha atmamak için kendimi tutmak zorunda kalmıştım.
"Dün akşam evine mi geldim?"
Başımı yana eğerken kolumu hafifçe silkeledim. Bedenimdeki tutuşundan kurtulur kurtulmaz yeniden adımlamaya başladım. Beni takip etti.
"Evet geldin. Üstelik bizimkiler de vardı. İçeri gireceğim diye tutturdun."
"Başka?"
"Başka mı? Daha ne yapmış olmayı umuyorsun? Bir avuç sarhoşla baş edemiyorken bir de sen çıktın. İçeri girmene izin vermedim diye söylenip durdun. Ben seni evine götürene kadar da durmadın. Cidden ama sarhoşken böyle oluyorsan bir daha içmemeni öneriyorum."
"Off. Çok fazla saçmalamamışımdır umarım. Başka bir şey söylemedim değil mi?"
Pişman çıkan sesiyle dudaklarıma küçük bir gülümseme yerleşti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Black Dahlia
Fiksi Penggemar''Sehun.'' dedi. Göz kapaklarım titredi ama açmadım. Konuşsam sesim de titrerdi hatta. Konuşmadım. ''Bak. Bir erkeği öpersen böyle hissedersin.'' Ben üzerime yıkılan bütün duvarlarımla kendi enkazımda ezilirken söyledi. Bir erkeği öpmek böyle mi hi...