Yüzündeki buruşma, gözlerindeki kısılma ve dudaklarının kenarında oluşan kırışıklıklar. Her biri hakkında ayrı ayrı söylenebilirdim. Ama yapmadım. Sadece basitçe göz devirip onunla karşılaşmamıza iç çektim.
"Poğaçalarım..." diye başladım eleştirel bakışlarının asıl hedefinin bir elimde zorlukla tuttuğum kabarık poşetten ziyade diğer kolumla göğsüme bastırdığım kese kağıdını yağlandırmaya başlayan poğaçalarım olduğunun bilincinde.
Sabah sabah içime işleyen sabah soğuğa rağmen dışarı çıkıp aldığım poğaçalarımı gereksiz bir inatla da olsa savunmayı planlıyordum, evet. Ama yapmadım. Daha doğrusu yapamadım çünkü esmerin kese kağıdını aşıp yüzüme çevrildiği an boş bir ifadeye bürünen bakışlarıyla dudaklarım öylece tek kelime daha çıkaramadan kalakaldılar.
Koşudan dönüyordu. Havanın düşük derecelerde olmasından dolayı her zamankinden biraz daha kalın giyinmişti. Siyah eşofman üstünün fermuarını sonuna kadar çekmişti. Boynunda asılı bir kulak üstü kulaklık vardı. Terlemişti. Saçlarının tutamları yer yer anlına, yanaklarına yapışmıştı hatta. Burnu hafifçe kızarmıştı. Dolgun dudakları aldığı kısa ve sık nefeslerle titreşip duruyordu. Yorulmuş olmalıydı.
Bense ilk defa karşısında sabahın bu erken saatine rağmen doğru dürüst giyinmiştim. Üstümde eskimiş, yıpranmış hiçbir şey yoktu. Mavi kazağım, kot pantolonum ve spor ayakkabılarımla onunla bu durumda karşılaştığımız çoğu seferden çok daha iyi görünüyordum. Öyleydim çünkü sabahın bu erken saatinde benden beklenmeyecek bir enerjiyle kalkıp defalarca kez ertelediğim ev alışverişini sonunda yapmıştım. Sebebi elbette dün mutfağımda yaptığı kısa gezintiden sonra boş dolabım hakkında saatlerce başımın etini yiyen Chanyeol'du.
"Jongin?"
Bakışları anlam veremeyeceğim kadar karmaşıktı. Ne anlatmak istediğini, ne anlamamı beklediğini zerre anlamamıştım. Ama içinde bulunduğum bu belirsizlik anlaşılan Jongin'in birazcık bile umurunda değildi. Çünkü oğlan beni orada, o vaziyette bırakıp birkaç adım ötesindeki dairesine adımladı. Gözlerim büyüdü önce. Ellerimin ikisinin de dolu olduğunu unutup oğlana doğru hareketlendim ardından. Neydi? Şimdi ne oluyordu?
"Ne oluyor Jongin?"
Elbette cevap vermedi. Cebinden çıkardığı anahtarı küçük bir ses çıkararak sallandı. Anahtarı deliğine takmaya çalıştığını görünce elimde zaten zorlukla taşıdığım poşeti yere bıraktım. İçimde görmezden gelindiğimin farkına vardığım bu saniyede alevlenmeye başlayan bir öfkeyle açılan kapısından içeri girmek için hareketlenen esmer bedene uzandım.
"Ne bu şimdi?"
Güçlükle kavradığım kolunu çekerek bedenini kendime yönlendirdim. Yüzünde bıkkın bir ifadeyle döndü bana. Kaşlarım çatıldı. Anında hemen. Cidden ama, ne oluyordu şimdi?
"Ne bu tavrın?"
Duyduğu en saçma şeymiş gibi ağzından kısık bir hah çıktı. Derin bir nefes alıp yavaşça verdim.
"Anlamıyorum." Dedim kendimi sakin kalmaya zorlayarak. "Söylemesen de anlayamayacağım."
Gözlerini devirdi. Ama üzerindeki inadın kırıldığını görebiliyordum. Konuşacaktı.
"Bir de soruyor musun?"
"Evet. Artık bir cevap verecek misin?"
"Şu herif bu aralar neden etrafında bu kadar dolanıyor? Ve sen ona sarılıyordun."
Kahkaha atmak istedim. Büyük, acı bir tane. Ama yapmadım. Yeni, derin bir nefes alıp kendimi konuşmaya zorlamakla yetindim.
"Kimin suçu peki bu? Neden gidip Chanyeol'a haber vermek zorundaydın ki?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Black Dahlia
Fanfic''Sehun.'' dedi. Göz kapaklarım titredi ama açmadım. Konuşsam sesim de titrerdi hatta. Konuşmadım. ''Bak. Bir erkeği öpersen böyle hissedersin.'' Ben üzerime yıkılan bütün duvarlarımla kendi enkazımda ezilirken söyledi. Bir erkeği öpmek böyle mi hi...