(OKTAY ve ZEHRA 10 SENE ÖNCE)
İşte açık hava, işte kuşlar, işte sana deniz... Ama bütün bu güzellikler kendisini daha fazla yalnız hissettirmekten başka bir işe yaramıyordu.
Metrelerce altında uzanan mavi denizin ucu bucağı görünmüyordu. Bu denize bakan dik bir uçurum ucunda oturmuş, bu deniz gibi birçok denizi, okyanusları barındıran koca dünyada kimisenin umurunda olmadığını düşünüyordu.
Şehrin kalabalık sokaklarında günlerce, gecelerce yürümüş, karton kutuların üzerinde yatmış, çöp tenekelerini karıştırmıştı ama kimse evet hiç kimse hatta sokak köpekleri dahi onu umursamamıştı. İçini dolduran keder setlerinden taşmaya, günlerdir kurumayan göz pınarları birkez daha akmaya başladılar. Kız şimdi sarsılarak ağlıyordu.
Dün akşamda burada oturmuş ve gökyüzünü aydınlatan milyarlarca kandili seyretmişti. Ne kadar çok yıldız olduğunu hatırladı. Gökyüzünden bir tane yıldız eksilirse ne fark ederdi? Her akşam gökyüzüne bakar insan ama bir eksilmiş bir fazla olmuş farkına dahi varmazdı. Milyarlarca insanın yaşadığı şu koca yeryüzünde de bir insan eksilse kim farkına varacak kim umursayacaktı? Üstelik bu kişi kendisi gibi bir zavallı olursa?
Şimdi hıçkırıkları kesilmişti. Gözyaşlarıyla birlikte son tereddütleri de akıp gitmişti. Ayağa kalktı. Burası en uygun yerdi. Ölecek ve ruhu bu engin denizin üzerinde sonsuzluğa doğru süzülecekti.
Denizin şamarları kulaklarını dolduruyordu. Yoksa metrelerce aşağıda canını alacak olan bu kayalar, denizin bu acımasız tokatları altında kımıldamadan, kaçamadan duran bu kayalar kendisi gibi intihar eden insanların ruhlarını mı hapsediyordu? Bu talihsiz ruhların cezaları da dünya var oldukça bu uçurumun dibinde denizin şamarları altında yaşamak, kendileri gibi canına kıymak isteyen insanların celladı olmak mıydı? Gülümsedi. Eğer öyleyse de en azından artık yalnız olmayacak bir yere ait olabilecekti.
Bulutlu gökyüzünde uçuşan kuş sürüleri sanki atla atla der gibi sesler çıkartıyordu. Sırtında hissettiği el, rüzgârın eliydi. Onu adeta uçuruma doğru itiyordu. Ona suyun serinliğini hatırlatmak istercesine güneş, en kızgın ışınlarını ensesine indiriyordu. Artık deniz de şamarlarını zavallı kayalara indirmiyordu. Sanki ona, aşağıdaki hayatın o kadar kötü olmadığını göstermek istiyor gibiydi.
Uçuruma doğru bir adım attı. Şimdi rüzgârın uzak diyarlardan getirdiği bir ses kulaklarında usulca bir ninni söylüyordu. Yaşlar kızın gözlerinden akmaya başladı ve Anne, dedi. Bu annesinin sesiydi. Biliyordu işte! Rüzgâr estikçe burnunu dolduran bu güzel koku annesinin kokusuydu. Attığı her adım ile bu duyguları daha da güçleniyor, annesine daha fazla yaklaştığını hissediyordu.
Bir adım daha attı ve ayaklarının yarısı artık boşluktaydı. Gözlerini kapadı. Birisi ile kucaklaşmak ister gibi kollarını iki yana genişçe açtı. Rüzgar kumral saçlarını denize doğru savuruyordu. Burun deliklerini genişleterek havayı, annesinin kokusunu uzunca içine çekti. Ayaklarından bir tanesi havaya kalktı. Bir adım sonra annesinin kollarında olacaktı:
"Dur. Yapma!"
Bir adım kalmıştı ama onu atamamıştı. Bir ses onu durdurmuştu. Nefes almıyor, annesinin ninnisi artık duymuyordu. Adeta taşlaşmıştı. Bunu taş olmayı ne kadar çok isterdi. O zaman insanlar onun farkına varırlardı. İnsan vücudunu bu derece taşa aktarabilen usta elleri, bu sanat eserinin neden bu uçurumun kenarına bırakıldığını, ne anlatmak istediğini uzun yıllar konuşurlardı. Belki belgesellere dahi konu olurdu. Genç kızlar, elleri kalplerinin üstünde, gözleri sıkıca kapalı halde sevdiklerine kavuşma dileklerini, taşlaşmış vücudunun yanında semaya gönderirlerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İKİ BEDEN BİR KALP(TAMAMLANDI)
RomanceMerak uyandırıcı, aşkı tattıran bir hikaye sizlerle...