4.Bölüm: Albedo

25 3 0
                                    

Albedo: Bir gökcisminin aldığı ışığı yansıtma yüzdesidir.

Gamze de kalabalığa daldığında beni engelleyecek kimse kalmamıştı. Sevdiğim adamın önüne geçmek için yüzüme kimden geldiği belli olmayan birkaç yumruk yemiştim. Önemli değil, Uraz'ı korumak zorundaydım. Başarmıştım, en azından Uraz'ı dayak yemekten kurtarmıştım. O, sürünerek masaların arasına girmiş, ben de elimdeki sandalyeyle önüne geçmiştim. Bana bakan öfkeli kalabalığa karşı tektim. Sorun yoktu, bana az önce her kim vurmuşsa şimdi de pozitif ayrımcılık safsatası takılmıştı. Kız olmasaymışım ağzımı burnumu dağıtırlarmış. Ağız burun yaralanmaları için erkek olmama gerek yoktu, sandalyeyle üzerlerine yürüyecekken polisler içeriye damlamıştı.

Korkuyla Uraz'ın kanla kaplı yüzüne baktım. Benim de ondan kalır yanım yoktu, ben de yüzüme çokça darbe almıştım. Yanındaydım onun, o da benim yanımdaydı. El ele tutuşup birbirimize gülümsediğimizde acılarımız da azalmıştı sanki.

Yurt penceremdeki görüntüme baktım, yaralarım geçiyordu. Bu halde memleketime, ailemin yanına dönemeyeceğim için büte kaldığım yalanını uydurmuştum. Bir süre daha buralardaydım yani, yurt arkadaşlarımın hepsi gitmişti. Yalnızdım ve kendime sürekli kaçak su ısıtıcısıyla kahve yapıyordum.

Hayatımızın tehlikeye girdiği o olaydan sonra ayrıldık. Benim ise aklımdan onun sözleri çıkmıyordu. Aynı havayı soluduk, zihinlerimiz birleşti artık. Ne sen bensiz ne de ben sensiz olamam, olamayız. Hayatımı sensiz sürdürmeyi reddediyorum!

Onun bu romantik sözlerini hiç düşünmemeliydim aslında. Mantıklı davranmak zorundayım, tamam mı? Benim kendim için kurduğum bir gelecek var ve bunun yıkılmasına izin vermeyeceğim. İnsanlar, mülkiyete sahip olmanın inanılmaz çekiciliğini bir kere tattıklarından itibaren tüm insanlığın içinden para aşkını alamadığınız sürece komünizmi gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu uğurda yaptığınız her şey boşuna. Kendinizi düşünmek zorundasınız, kolektif güç yok olmaya mahkumdur.

Ona bu düşüncelerimi söylemedim, söylemeyecektim. Zaten onu bir daha görmeyecektim. Betelgeuse'un süpernova olarak patladığında Ay'dan daha parlak olması şu an için daha çok ilgimi çekiyor.

Bu arada, gönderdiğim iki makale de astronomi dergilerinde yayınlandı. Yabancı kaynaklardan burs buldum, Amerika'ya yüksek lisans için kabul aldım. Beni şu an için istemiş olsalar da kalan bir yılımı bitirmeden gelmeyeceğimi söyledim, onlar da anlayışla karşıladılar. Geleceğimin burada olmadığını söylemiştim. Bir erkek uğruna bundan vazgeçmeyi hiç ama hiç düşünmedim. Benden nefret mi ediyorsunuz? Sorun değil, ben hayatımı sizin duygusal hevesleriniz üzerine kurmayacağım.

Beni bir tek dayak yediği gün aramıştı. Aramayı reddettikten sonra bir daha aranmamıştı. Ta ki şimdiye kadar... Gözlerimi kapatıp bir süre kestirmek istediğim esnada telefonum çaldı. Günler sonra... Reddetmek istedim ama bu sefer içimden bir ses bunu yapmamam gerektiğini söylüyordu. Mantığım... Kesinlikle o da aynı fikirdeydi.

Korkuyla telefonu kulağıma götürdüm, sesi yorgun çıkıyordu. Onu ne kadar özlemişim böyle, içim kıpır kıpırdı. Bana dışarı çıkmamı söylüyordu. Yoksa eksik kalmış olan ayrılık konuşmamızı mı yapacaktık? Bu fikir burnumun direğini sızlatıyordu. Pijamalarım ve terliklerim yerine kot mom jean, krem rengi boğazlı kazak, kırmızı şişme mont ve bot giydim. Mecburdum, ayrılıktan kaçamazdım. Bizim için doğru olan buydu, doğrular çoğu zaman can acıtıyordu.

Bir kafeye gider otururuz diye çantamı da aldım, aşağıya indim. Beni janti değil sefil bir adam karşıladı. Hemen karşı kaldırıma çökmüş, her tarafı yara bere içindeydi. Bir an zaman makinesi icat edilmiş gibi hissettim. Günler önce yaralı bıraktığım adam geleceğe yolculuk yapmış, bu yüzden iyileşememişti. Korkuyla yanına oturdum ve çantamdaki küçük ilk yardım setini çıkardım. Onunla tanıştığımdan beri sürekli ilk yardım kiti taşıyordum.

"Ne oldu sana?" diye sordum panikle. Onu ne kadar özlemişim böyle. Lakin onun bu kan kokusundan nefret ediyordum, keşke yalnız vanilya gibi koksaydı.

"Polisler doğru olanı pek sevmezler." dedi ben onun yüzüne batikon boca ettiğim gazlı bezi sürerken. Kalbim korkuyla atıyordu, o ise çok sakindi. Beni çileden çıkarıyordu.

"Bundan sonra sana siyaseti yasaklıyorum, anlaştık mı?" Yüzünde oluşan muzip gülümsemesi beni daha çok sinirlendiriyordu. Elimi tuttuğunda bu sefer dediklerimi üstüne basa basa tekrarladım.

"Anlaştık." dedi gülümsemesi suratına yayılırken. Ona emir vermek yaptığım en saçma şeydi. Yalan söylüyordu, onun güzel dudaklarına yalan söylemek hiç yakışmıyordu.

"Ben çok ciddiyim, bu sana zarar veriyor." Derin bir nefes aldı, bu sefer eli belime doğru yol aldı.

"Davamdan vazgeçer miyim bilmiyorum ama senden vazgeçemeyeceğimi çok iyi biliyorum." Kendimi daha fazla tutamadım ve dudaklarına yapıştım. Yaşadığımı şimdi daha çok hissediyordum. Bana sımsıkı sarıldı, mantığım ondan ayrılmam için bana yalvarıyordu. Yapmadım, onu şimdi bırakamazdım.

Ayaklandım ve onu da zar zor kaldırdım. Kolunu omzuma attım ve birlikte taksi aramaya koyulduk.

"Diğerleri nerede?" Öksürüklerinin arasında beni cevapsız bırakmadı.

"Onlar kaçmayı başardı, bizim yerde toplanmışlardır. Hani film izlediğimiz yer." Tabii, her yerde afişlerin olduğu yıkık dökük daire.

"Sen nasıl buraya geldin? Neden onlarla gitmedin?"

"Ölümüne dayak yedim. İnsan ölüme en yakın hissettiği zamanlarda yanında sevdiğini görmek istiyor." Taksiye binip hastaneye gitmek istemediğini, eve gitmek istediğini söyleyip duruyordu. Metro durağına yürümeye çalışıyor, ben de ona engel oluyordum. Sonunda bir taksi bulduk. Ona da evinin adresini vermişti, hastaneye kesinlikle gitmeyecekti. Başını daha fazla tutamadığı için omzuma yasladı. Uykulu sesiyle mırıldandı.

"Kırmızı renk sana yakışıyor, özgürlüğümün ateşi alevleniyor. Sanki tüm bunlara senin için katlanıyor, senin için savaşıyormuşum gibi geliyor." Elini sımsıkı tuttum, omzumdaki başını öptüm.

"İstemiyorum. Böyle yapacaksan benim için hiçbir şey yapma. Ben yalnızca yaşamanı istiyorum." dedim çaresizce. Vazgeçmeyeceğini bildiğim halde uğraşıyordum. Derin bir nefes aldı, sıcacık olan arabanın içinde iyice mayıştı. Sesini zar zor duyuruyordu.

"Hepimiz bir gün ölmeyecek miyiz?" Evrenin bile bir sonu var, homo sapiensin nasıl olmasın?

"Bırak da evrimsel süreçler ne zaman öleceğimize karar versin." Boşu boşuna çabalıyordum, tıpkı onun gibi.

"Seni devrim kadar seviyorum." dediğinde sesini bir daha duymadım. Ama biliyordum ki bana hayatım boyunca unutamayacağım bir an hediye etmişti. Beni ilk defa sevdiğini söylediği gün bugündü. Korkularım, arzularım çatışıyordu. Uyumuştu, hafif hırıltısı eşliğinde gülümsedim. Beni duymadığından emin olduğum anda sessizce tavana doğru baktım.

"Seni uzay kadar seviyorum." Galiba bu savaşı ben kazanmıştım. Uzay, devrimden büyüktü. Biliyordum ki onun için tam tersiydi. Onun için devrim kendisinden bile önemliydi. Herkesten önemliydi. Çünkü bireylerin bir önemi yoktu. Benim veya onun bir önemi yoktu. Kendisine ait olmayan dünyasını benimle paylaşmak istiyordu. Bunu yapamayacağını anladığında hissedeceği hayal kırıklığını yok edebilmeyi dilerdim. Madem evrenin merkezinde ben yoktum, en azından kendi hayatımın merkezinde ben olmalıydım.

☀️

İdeallerin PeşindeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin