❦24-''Rüya''❦

1.3K 82 11
                                    


Neydi ölümün tanımı?

Ölüm ne idi? Başlangıçtan sonsuzluğa mı erişirdik, sonsuzluktan bir başlangıca mı giderdik? Ölümün getirdiği neydi, götürdüğü neydi? Verdiğimiz atıf ölümün kendisine miydi, artık çalışmayan, nefes almayan bir bedenin varlığına mıydı? Ölümle karşılaştığımız da onu kucakladığımız da ağladığımız kimeydi, nedeni neydi?

Bu dünyadan ayrılan bedene mi ağlardık? Yarım kalmışlıklara mı? Karşımız da ki insana bir daha sarılamayacağımız için miydi üzüntümüz, bir daha ona kızamayacağımız, öpemeyeceğimiz, kokusunu alamayacağımız için miydi feryatlar?

Bir insana verdiğimiz değeri nasıl tanımlardık peki? Hoş sanki önceki sorulara cevap bulabilmişiz gibi değil mi? Ama yine de soralım... Bir insanı neden severdik? Neden onsuz yaşayamayacağımızı düşünürdük? Yüce Allahın şöyle buyurduğuna dair rivayetler vardır.

''Kimi benden çok seversen onu senden alırım''

Ya da üstadın Can Yücel'in dediği doğru değil miydi? Dilden dile dolaşan o dizelerin gerçekliği yok muydu?

bağlanmayacaksın bir şeye öyle körü körüne

o olmazsa yaşayamam! demeyeceksin, demeyeceksin işte

yaşarsın çünkü...

O zaman kimeydi bu inadımız? Neden başkasının canını kendi canımızdan öteye koyardık mesela?

Neden dağ başında, insan elinden çıkan ecelin getirdiğini iki tane merminin önüne atlayarak engellemek isterdik?

Tüm bu soruların cevapları masallarda, kitaplarda, şarkılarda, mısralarda, ayetlerde gizliydi aslında. En çokta insan denen varlığın atan bir organında, dört odacıklı bir kalpte saklıydı. Evet; sorular doğruydu, gerçekti ama net bir cevabı yoktu. Sekiz milyar insanın yaşadığı dünya gezegeninde sekiz milyar farklı cevabın olduğu bu soruların karşılığını biz bu sayıların içerisinde bir tane bakır gözlü adamın ve bir tane de menekşe kokulu kadının o dört odacıklı kalbinde arıyorduk. Ama diğer kalplere de misafir olmadan edemiyorduk. Misafir olduğumuz o kalplerden bazıları da şimdi bir hastane kapısının önünde her yere dağılmış yeşiller içerisindeki askerlerden bazılarıydı. Askerlerin kalbi kırıktı, kalbi ölüm denen gerçeğin karşısında büzüşmüş; keder, endişe, sevgi, umut, üzüntü, çaresizlik gibi duygular arasında karışmış durumdaydılar.

O askerlerden birinin adı da Bulut'du. Şu an da yeryüzüne inen yağmur tanelerini bedenlerle, sulanmayı bekleyen bitkilerle, içmek için su arayan hayvanlarla ve mezarlarının sulanmasını bekleyen ölülerle dolu olan o dünyaya indiren maddeden almıştı ismini. Yeri geldiği zaman yıldırımlara neden olan, yeri geldiği zaman yer yüzünü parçalayan dolulara kucak açan, bazen de yakıcı bir güneş ışığının önünü keserek eriyen kalplere ferahlık sağlayan o maddeden almıştı özünü.

İçeri de kendisine özünü veren ''hayatından'' ''Jiyan'ın dan'' bir haber bekliyordu. Yanında aynı ekmeği paylaştıkları, aynı mevzide birbirlerine canını emanet ettikleri askeri lise de kan kardeşi olduğu en az kardeşi kadar değer verdiği adam da yatarken bu sakinliği aslında maskeden başka bir şey değildi.

Yağmurun altında diğer askerleri gibi bir bankta oturuyor, adını aldığı buluttan inen damlaları umursamadan başı ellerinin arasında bomboş gözlerle yeri izliyordu.

Kimler geliyordu, kimler gidiyordu bilmiyordu. Hayattan ruhu çekilmiş gibiydi. Ama tüm bu olanların arkasında hissettiği endişe, korku kalbinin hızlı hızlı kan pompalamasına neden oluyor ve tüm vücudunun bu yağmurun altında yanmasına neden oluyordu. Bulut yüzbaşı farkında değildi henüz ama bünyesi çökmek üzereydi. Ağır bir soğuk algınlığının yanında bünyesi psikolojik olarak da çöktüğü için uzun zaman aslında kendini toparlayamayacaktı.

SEV ASKER!Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin