Kırılan bir kemiğin sesiyle veda ederken anılarımıza, bir nedeni yok, yalnızca öptüm."
-Küçük İskender
(...)
Hayatın tuhaf bir mizah anlayışı vardı. Tenimi döven yağmur damlalarıyla bilmediğim şehrin sokaklarında yürürken hayatımdaki en korkunç gecelerden birini yaşıyordum, oysa yağmurun hep bize güzellikler getirdiğini düşünmemin ardından yalnızca birkaç saat geçmişti.
Üstümde sabah Alper ile seçtiğim, gece Alper'in üstümden çıkardığı kırmızı elbisem vardı. O da sırılsıklamdı artık.
Ağlamıyordum, yüzümde yağmurdan başka ıslaklık yoktu ama dağılmış hissediyordum. Enkaz altında gibi de denebilirdi buna.
Masal şatosu başıma yıkılmıştı, ellerimle inşa ettiğim bütün güzelliklerin enkazının altında bir başıma kalakalmıştım.
Şu hayatta bazı şeylerin dönüşü olmadığını, bazı gidişlerin dönüşünün hiç olamayacağını bilecek kadar yaşamıştım. Alper'i yatakta bir başına bırakırken de yarın sabah yalnız uyandığında iplerin kopacağını biliyordum ve bu yüzden gitmeden önce uzun uzun saçlarını sevip boyun boşluğundan, yanaklarından öpmüştüm.
Yani dudaklarımda teninin izi, muhtemelen tenimde teninin kokusu vardı hâlâ. Ve değil sağanak yağmur, üstümden bir ömür geçse izleri silinmeyecek gibi hissediyordum.
Caddede tek başımaydım. Eğer yolları yanlış hatırlamıyorsam Oğuz ile kaldığımız, şirketin bizim için ayarladığı kıytırık pansiyona varmama 10 dakika kalmıştı.
Otelden buraya kadar taksiyle gelmiştim ama bir noktadan sonra hissettiğim bunaltı o kadar şiddetlenmişti ki yol kenarında kendimi arabadan atmıştım. Ve şoförün şaşkın bakışları eşliğinde sağanak yağmurda yürümeye başlamıştım.