" Kesinlikle. Soygunlar giderek daha tehlikeli bir hal alıyor. Bu gece birimiz ölmediği için şanslıyız." dedi Emre. Yüzü sararmış, açık mavi gözleri iri iri açılmış dikkatlice etrafı süzüyordu.
" Colan, orada çok büyük bir risk aldın. Çantaları bırakabilirdin."
" O zaman Silvio kazanırdı."
Umut bir kaşını çatıp başını salladı. Haklı olduğumu biliyordu. Güneşin doğmasına çok az kalmıştı. Eğer daha hızlı hareket etmezsek gündüz işler karışabilirdi. Birden binaların üstünde canlanan dijital dev ilan panolarıdikkatimi çekti. Görüntüde 12. cadde vardı. Tamamen karışmış, dumandan ve sisten neredeyse hiçbir şey görünmüyordu. Askerler bölgenin etrafını kontrol altına almıştı ama bir şey yapmıyorlardı. Sanki sadece seyretmek için oraya gitmişlerdi.
" Para çantalarını alıp kimse görünmeden sığınağa gidin. Takip edilmediğinizden emin olun."
" Sen nereye gidiyorsun?"
Emre kolumdan tuttuğunda durup sert bir ifadeyle gözlerinin içine baktım. Emir verildiği zaman sorgulanmaz. Burada kurallar böyleydi. Emre sıktığı parmaklarını yumuşattı ve yavaşça kolumu bıraktı. Umut sadece ikimizi izliyordu. On ikinci cadde de Matmazel Damia oturuyordu. Damia on yaşımda adaya getirildiğim zaman beni evlatlık alarak yanında büyütmüştü. Kendisi Fransız kökenli soylu bir aileden geliyordu ve adada yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen beni en iyi şekilde yetiştirmişti. Onun için sanırım şöyle diyebilirim;O benim annemdi.
Bozulmalarını istemediğim için onlara hesap vermek zorunda kalmıştım.
" Ufak bir işim var. On ikinci caddeye gitmeliyim. Orada benim için değerli biri oturuyor. Siz sadece söylediğimi yapın. Bende bir-iki saate yanınızda olurum."
Bir şey söylemeyip sadece denileni yaptılar ve kıyı şeridine doğru koşmaya başladılar. Kimsenin onları izlemediğinden emin olduğum zaman ceketimi boğazıma kadar çekip tren istasyonuna doğru yürüdüm. Köprünün altından geçerken birkaç paralı askerle göz göze gelmiştim. Çelik yeleğim dikkatlerini çekmemişti. Hiçbir tepki vermeden kolayca yanlarından geçip gittim. Çünkü arananların kim olduğunu kimse bilmiyordu. Yüzümüzü görmemişlerdi.
Köprüden çıktığımda köşede bir kadının oturduğunu fark ettim. Sabaha karşı bir kadın köprünün kenarında çaresizce oturuyordu. Bunu görmek beni şok etmişti. Bir kadın. Hem de yalnız başına. Kafayı mı yemiş. Aceleci adımlarla kadının yanına doğru yürüdüm. Kadın kızıl dağınık saçlarını kısa kestirmişti. Orta yaşlıydı ve gözleri zeytin yeşiliydi. En azından buradan öyle görünüyordu.
" Yardım edebilir miyim?" diye seslendim oldukça kibar ses tonuyla.
Kadın uyuşmuş bacaklarını hareket ettirerek ayağa kalkmak için elini bana doğru uzattı. Kirlenmiş ve soğuktan buz gibi olmuş eli tuttuğumda kadın beni duvara doğru itekledi ve ardından elindeki bıçağı karnıma dayadı.
" Hareket edersen..."
Dudakları ve elleri titriyordu. Amacı asla beni öldürmek değildi. Öyle olsa bunu çoktan yapardı. Beni sert bir şekilde yeniden itti.
" Ne istiyorsun?" diye sordum.
" Paraya ihtiyacım var."
Kadın birkaç kez öksürdü. Hastalık onu çok güçsüzleştirmişti. İstesem bıçağın ucundan hemen kurtulabilirdim. Ama bunu yapmadım. İstediği şey para değil, ilaçtı. Elimi ona göstererek cebime doğru götürdüm ve küçük kutunun içindeki ilaçları kadının avucuna bıraktım. Kadın şok olmuş bir ifadeyle yüzümü inceledi. Başımı eğdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BULANIK
Science Fiction1 Binanın girişine ulaşmamıza yalnızca birkaç adım kalmıştı. Arwel elindeki silahla rastgele arkamızdaki boşluğa ateş ediyordu. Eva binanın kapısını açtığında hepimiz kendimizi içeri attık. Bembeyaz upuzun koridor tıpkı rüyamda olduğu gibi sonu yokm...