YORUMLARINIZI VE OYLARINIZI EKSİK ETMEYİN.
BİR KERE OY BUTONUNA BASMAK ZOR DEĞİL VE BİR DÜŞÜNCENİZ, BİR YORUMUNU VARSA BENİMLE PAYLAŞIN.
BENİ WATTPAD'DE TAKİP ETMEYİ DE UNUTMAYIN.
ÖPÜLDÜNÜZ!
Barış'ın bakış açısından;
Saat akşam sularıydı. Güneş eğri bir yay üzerinde düşüşe geçmişti. Etrafı aydınlatan, gökyüzüne tatlı bir turunculuk veren güneş ışınları 1.85'lik arabaya yaslanmış bedenimin uzun bir gölgesini oluşturuyordu sokakta.
Deniz Okyanus'u bekliyordum. Sözleştiğimiz saatin üzerinden on beş dakika geçmişti ve kendisi hala teşrif etmemişti. Sinirlenmemeye çabalıyordum çünkü hem kendisini hem de bir yaşındaki bir kız çocuğunu hazırlaması gerekiyordu. Mantıklı tarafımla hareket edip yetişkin kimliğimi konuşturmam gerekiyordu, böylece ona empati gösterip sakinliğimi koruyabilirdim fakat ben bir erkektim ve bir kadını beklerken yüzümün şekilden şekille girmesine, kaşlarımın çatılmasına engel olamıyordum.
Deniz kucağında bebekle kapıdan çıktığında onu bekleme sürem yarım saate ulaşmıştı. Bu geçen sıkıcı, içeri girip girmemek arasında gidip gelen düşüncelerle dolu yarım saatin ardından onunla konuşurken pek arkadaş canlısı olamamıştım.
"Millet topluca kış saatine geri döndü de benim mi haberim yok" diye sordum alaycı bir şekilde. Sesimde agresifliğimi belli etmemeye çalıştığım ama başaramadığımı belli eden bariz bir yapmacıklık vardı. Deniz'den ayrı sertlikte bir karşılık bekledim ama o beni şaşırtarak utanmış göründü.
"Üzgünüm" dedi kısık, cılız bir sesle. "Ayşe'yi uyutmuştum. Ben de uyuyakalmışım. Beş dakika önce uyandım. Apar topar hazırlanıp indim." Pişmanlık ve üzüntü tahta oturup zihnimde hâkimiyet kurarken acele etmesinden kaynaklı sık nefes alışını bile yeni fark ediyordum. Aferin sana Barış! Ne söyleyeceğimi toparlamaya çalışırken Deniz benden önce davranıp konuştu. "Gidelim mi?" Başımı salladım. Kelimeleri aklımda düzgün bir şekilde toparlayamıyordum ve o an yapılacak en iyi şey bu gibi görünmüştü.
Ben sürücü koltuğuna, o da yolcu koltuğuna -yanıma- oturur oturmaz arabayı çalıştırdım. Yol boyunca sessizce ilerledik. Sokakta dahi duyulan tek ses arabanın çalışma sesiydi çünkü dışarı bulunduğumuz vakit herkesin ya evde, ya işte, ya da okulda olduğu bir vakitti. Yol bitip caddeye ulaştığımızda nihayet garip sessizliğimizi bastıran birkaç ses katılmıştı aramıza. Caddeden geçen bir otobüs, bir-iki taksi ve birkaç özel araç...
Karakola ulaşma süremiz normalinden daha uzundu. Yol boyunca birine rastlamamak, her hangi bir magazin mensubuna yakalanmamak için sürekli güzergâh değiştirmiş ve yaklaşık bir kırk beş dakikalık yolculuktan sonra varış noktamızdaydık. Yol boyunca sayamadığım kadar güzergâh değiştirmiş, sayısız sokağa girip çıkmıştım fakat değişmeyen bir şey vardı ki o da arabadaki sessizlikti. Bunun nedeninin arabaya inmeden aramızdaki geçen diyalogdan kaynaklanmadığını sanıyordum. Biliyordum. Havada kokladığım keskin bir inat vardı. Kim daha önce konuşacak inadı. Kırk beş dakikadan beri birimizin dahi ağzından bir sözcük çıkmamıştı. Bir kırk beş yıl kadar daha böyle devam edebileceğimize kalıbımı basardım.
Arabayı hâlihazırda boş bulunan beyaz çizgilerle ayırılmış park yerlerinden birine soktum ve durdum. İkimiz de aynı anda inmek için hamlede bulunduk. Kapılar aynı anda açıldı, ayaklar aynı anda beton zeminle buluştu. Hâlbuki aklımda önce inip onun kapısını açıp inmesine yardım etmek gibi bir düşünce vardı. Ufak bir özür maiyetinde yapacağım bu hareket Deniz Okyanus'un hızıyla mahvolmuştu. Derin bir nefes aldım. Başka bir şey düşünecektim.