Güneşli bir pazartesi sabahına uyandığımda, geçirdiğim son birkaç Pazartesi'ye göre daha huzurlu ve mutluydum. Düşüncelerimin sakinliğini, akıcılığını bozan rahatsız edici anılar, hayaller yoktu. Beynim bana boş kaldığım her saniye nasıl davranmam, ne yapmam konusunda talimatlar vermiyordu. Hatta biraz daha özgür, biraz daha hafif hissediyordum kendimi. Bir şeylerin üstesinden gelebilmek, bir sonuca ulaşabilmek tam olarak böyle hissettiriyordu. Bunu en iyi ben bilebilirdim çünkü geçirdiğim son birkaç hafta 17 yıllık hayatımın en rahatsız edici günlerini oluşturuyordu.
Bu rahatsızlığın sebebini Seth Clearwater'ın üzerine yıkmış olsam dahi sorunun temelinde benim bazı şeylere takıntılı ruhum olduğunu kendime itiraf edebilmiştim. Öncelikle, kimse rahatsız olduğu birisinin her gülümsemesini saymazdı. Bu Clearwater'dan rahatsız olmadığım anlamına geliyordu ve iyi bir şeydi. Aynı zamanda şu sayma olayını düşündüğümde de yüzümün yandığını hissediyordum. Bir an Seth Clearwater'ın bunu öğrendiği anda yüzünde oluşacak ifadeyi hayal ediyordum ve beynimdeki seslerin hepsi birden aptal olduğum konusunda saçma bir şarkı mırıldanmaya başlıyordu. Bu da beni sorunun ana merkezine geri döndürüyordu.
İpleri ele almak istemiyordum. Her şeyin öylece akıp gitmesini seviyordum. Bu hep böyle olmuştu, son birkaç aya kadar. En başından beri kadere inanıyordum ancak hayatımın kontrol edildiği düşüncesinden hoşlanmıyordum. Bir şeyleri kontrol altına almak iyi olabilirdi ancak hayatı kontrol altına almaktan nefret ediyordum. Şimdi bunu yapıyor olduğuma inanmak ise çok zordu. Onunla karşı karşıya geldiğim zaman odaklandığım tek şey aptal görünmemek ya da rahat görünmek oluyordu. 'Görünmek' kelimesi tamamen yüzeysel bir kavramdı. Sadece 'aptal hissetmemeliyim, rahat hissetmeliyim' demeliydim kendime. Nasıl olması gerekiyorsa öyle olmasına izin vermeliydim.
Hala yatakta yatıyorken elimi biraz kaldırdım ve parmaklarımla perdeyi aralayıp gökyüzündeki açık ve canlı havanın beni mutlu etmesine izin verdim. Kasvetli hava ya da cama yapışmış su damlacıkları yoktu. Çok sevdiğim o çatıma vuran yağmurun sesi de yoktu. Genellikle yağışlı bölgelerde yaşamış biri olarak, Güneş'e özlem duymamak imkânsızdı, yağmur sesini ne kadar seversem seveyim.
Annem beni kaldırmak için odaya gürültülü bir giriş yapmadan önce yatağımdan çıkabildim ve uyandığımı açıkça belli eden sesli adımlarla banyoya yürüdüm. Üstümü giyinmek normalden biraz daha uzun sürmüştü. Annem buranın kasvetli havasına alışmış olmalıydı ki ince kıyafetlerimi çoktan dolabın arkalarına tıkmıştı. Sonunda havaya uygun, tozpembesi, ince bir kazak buldum ve siyah kotumun üstüne geçirdim.
Mutfağa indiğimde kahvaltı hazırlayan bir Bay Tanner ile karşılaştım ve şaşırdım. Babamı hafta içi evde görmek, daha doğrusu bu saatte evde görmek alışkın olduğum bir durum değildi. Üstelik buraya taşındığımızdan beri işleri daha da yoğunlaşmıştı ve bazen babamı hafta sonu bile sadece akşamları görebiliyordum.
"Günaydın!" dedim gülümseyerek. Elindeki elmanın kabuğunu soymayı bıraktı ve bana döndü.
"Gözlüğünü göremiyorum bayan." dedi kaşlarını çatarak. Gözlerimi devirdim.
"Çantama koydum. Okulda takacağım, söz veriyorum."
"O halde günaydın." dedi tatmin olmuşçasına. Kendime bir sandalye çektim ve masaya oturdum. Ben mısır gevreğimi yerken babamda sonunda dilimleyebildiği elmasından bir parçayı ağzına attı. Ardından annem uykulu gözlerle masaya oturdu ve kahvesini yudumlarken, dizüstü bilgisayarını koyabileceği bir alan ayarladı kendine.
"Seni görmeyi beklemiyordum baba." dedim merakla. Aynı zamanda amacım mutfağı ele geçirmeye başlayan sessizliğe engel olmaktı.
"Ders programımda birkaç değişiklik olmuş. Bu da sabahları boş olduğum anlamına geliyor." Çayından bir yudum aldı. "Her cuma," diye ekledi memnuniyetle.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KURT
Manusia SerigalaKurt'un gözleri tanıdıktı. Seth Clearwater & Bree Tanner *Alacakaranlık Hayran Kurgu* -Tamamlandı-