Bölüm 9 - Firari

63.9K 2.6K 64
                                    

Sahilde tek ve Türk dönerciden iddia üzerinde bol bol acısı olan birer tane döner aldık, cinsiyetle ya da ırkla pek alakası yoktu yaptığım şeyin, sadece acıyı alışık olmayan bünye kaldıramazdı. Boş bir masa ararken içten içe sırıtıyordum. Ben acıyı sevsem de bu kadar acıyı yiyemeyeceğimi bildiğimden acıyı bastırsın diye iki kutu büyük boy ayran almıştım fakat Christopher sadece su  almıştı. Yandı. Gerçek anlamda yandı.

Boş masaya yerleşirken içimden coşkuyla kahkaha atmak geliyordu, nadir anlardan birisini görecektim. Mağdur Christopher'ın yüzü nasıl oluyordu? Ayranlarımdan birini ister miydi? Bu bana onu süründürme olasılığı verir miydi?

Bir yudum su aldıktan sonra su şişesini kapağı açık bir şekilde masaya bıraktı ve döner dürümünden bir ısırık aldı, ben ona oranla daha küçük bir ısırık almıştım. Et ve ekmek ağzımın içinde dağılırken yağın tadını alabiliyordum fakat acıyı henüz hissetmemiştim. Baharatlar sonradan geldi, iştahla bir ısırık daha aldım. Ancak beşinci lokmamda Christopher'ın yanımda olduğunun bilincine varabilmiştim, bunun nedeni de ağzımda hissettiğim acıydı. Döner acıydı. Açmadığım ayran paketini açıp bir yudum içerken Christopher'de memnun bir yüz ifadesi dışında herhangi bir mimik yoktu.

"Güzel mi?" diye sordum ayranımdan bir yudum aldıktan sonra

Alt dudağını dikkat dağıtıcı bir şekilde yaladıktan sonra "Enfes," dedi. 

Ağzımdaki yangını söndürmek adına bir yudum daha aldım ayrandan "Sever misin?" diye sordum

"Bayılırım," diye karşılık verdi.

Dönerden bir ısırık daha almadan önce "Ee, sen bildiğin Türk'müşsün." dedim.

Güldü ve suyundan bir yudum aldı "Acılı döner yemekle Türk mü olunuyormuş?" diye sordu

Ağzımdaki lokmamı yutmadan "Doğru bir noktaya değindin," dedim sonra da ne yaptığımı fark edip elimi ağzıma perdeledim. Ağzımda lokma varken konuştuğum için "Özür dilerim." dedim

"Sorun yok," dedi ve dönerini yemeye devam etti. 

O dönerini bitirip ikincisini almaya gittiğinde ben "Acı acıyı bastırır" ilkesiyle hala ağır ağır yemeye devam ediyordum. Evet, bir yerde acı acıyı bastırıyordu fakat bastıran acı kaybolduğunda yeriye bir şey kalmıyordu. Son lokmayı ağzıma atıp paketi avcumda buruştururken kaçabileceğimi fark ettim.  Masada tek başımaydım ve o, birkaç metre uzağımdaydı, üstelik sıra bekliyordu ve sıra oldukça uzaktı. Bana bakmıyordu. 

Çok fazla düşünmeme gerek yoktu, Black bana karşı şu anda iyi olabilir fakat birkaç saat sonra beni saçımdan tutup, işkence odasına sokmayacağı ne malumdu? Bedenimde  mum izi gibi yaralar bırakarak beni hırpalamayacağına nasıl güvenebilirim? O, iki kişi arasında gelip giden bir ruh hastası.

Şimdi sadece mumdan kalan yara izlerim var fakat bu gün geçtikçe artacaktı. Güzel bir iş, güzel bir hayat ama güzel davranışlar değildi bu. Beni hırpalayıp sonra da sarılacak bir adama ihtiyacım yok benim, beni el üstünde tutacak bir adama ihtiyacım var. Kim ne derse desin, mükemmeliyeti taçlandırılsın, aşkı kalbimde yer edinsin... Yine de ben bu adamın eksik parçası değilim. 

Ama başka bir soru daha var; iyi gelebilir miyim? Onun istediklerini yaparak, güvenini kazanıp yanında durarak ona daha iyi bir psikoloji, daha iyi bir gelecek ve daha sağlam ilişkiler sunabilir miyim? Bunun net bir cevabı yok, sadece riske atacağım bedenim var. Bedenim bu adam uğruna harap edilmeye değer mi? Bu adama; Christopher Parvis Black'e, kulesinde saklanan çelik adama, yıkılmaz gibi görünen, taşa bürünmüş bu adama değer miydi?

Sadece bir hafta geçirdim onunla ve bu onu anlamama yetti. Hiçbir eksiği yok, her şeyi fazlasıyla var. Neyi eksik? Sevgi mi? Merhamet mi? İtaat duygusu mu? Neyi eksik bu adamın? Bunları öğrenmek istiyorum ama bu adamın yanında harap olmak istiyorum. Bazılarına göre uğruna ölünecek bir adam ama ben uğruna ölebilecek bir adam istemiyorum, uğruma ölebilecek bir adam istiyorum. İşte bu kadar bencilim yeri geldiğinde. 

Masadan kalktım, sanki sandalyenin tiz homurtusu bütün gözleri benim üzerime çevirmişti. Herkes suçlarcasına bakıyor, göz göze geldiğim herkes beni izliyormuş gibi hissediyordum. Son bir kez Black'e baktım. Pes edip elleri kaldırsam da artık kendimi sonsuza dek sunabileceğim birine ihtiyacım vardı. Hızlı adımlarla onun bakış açısına ters yöne döndüm ve hızlı adımlarla çıkıştaki kalabalığa kalıştım. İnsanları omuzlarına çarpa çarpa önümden süpürürken saçlarından yayılan tuzlu koku ferahtı. Yaşadığını hissettiriyordu insana bu tuzlu koku, bu yüzden Florida ya. Bu yüzden bu cennetti kendime mekân edinmiştim ya, cehennemde yanacağımı bile bile buraya gelmiştim.

Adımlarım ara sokaklarda yankılanırken içimde büyüyen ikilem beni dehşete düşürüyordu. Bu, yağmurda ıslanmış, titreyen bir kediye sırtını dönmek gibi bir his barındırıyordu bünyesinde ama Black kedi değildi ve onun yağmuru benim ancak güneşim olurdu. Birbirimizden bu kadar uzaktık ve mecbur olan o değildi, benden kat kat üstün bir statüde yer alıyordu ve üç beş güne beni unutması olaydı. 

Evimin sokağına geldiğimde derin bir nefes aldım. Güvende miydim? Evet. Yalnız mıydım? Evet. Suçlu muydum? Hayır. Ya da belki... Bilmiyordum. Black, bana aynı anda hem öfkeyi hissettiriyor hem de merhameti sunuyordu. Tuhaftı. Şu ana kadar karşılaştığım en tuhaf insandan bile tuhaftı. 

Apartmanın hiçbir güvenliği olmayan, ağır çelik kapısını ittim. Gerçekten arkamdan gelmemişti, belki de dördüncü dönerini yiyordu, yokluğumu fark etmemişti. Bu olabilirdi. Posta kutusunu zarf atılan küçük aralıktan tutup açtım ve içindeki evimin yedek anahtarını alıp zorla kapanan kapağı kapattım. Kapak paslandığı için sor açılıyordu ve kilitli izlenimi veriyordu bu yüzden kilitleme ihtiyacı duymuyordum. Ağır adımlarla karanlık merdivenleri çıkmaya başladım, otomatik aydınlatma sistemi yoktu. Benim de düğmeye basmaya mecalim yoktu. 

Evimin kapısının önünde dikilip kapıya uzun uzun baktım, her şey sanki ben içeride yaşıyormuşum gibi duruyordu. Kapının kirişlerini manasızca incelerken paspas ile kapının mermeri arasına sıkışmış siyah taşı fark ettim. Dizlerimin üzerine çöküp nesneyi aldığımda aslında onun bir taş değil, kol düğmesi olduğunu gördüm. Bu kadar pahalı bir kol düğmesi ancak Black'e ait olabilirdi. Kol düğmesini avcuma sıkıştırıp kapının kilidini açtım ve içeriye girdim. 

Evimin kokusunu burnumda hissetmek tüm hislerimi açmıştı; tozlu kitap, nem, güneşe hasret duvar kâğıdı ve gül kokuyordu. Benliğimi yansıtıyordu. Anahtarımı mutfak tezgâhının üzerine bırakıp doğruca banyoya yöneldim. Black'in üzerimde bıraktığı lavanta kokusunu bile istemiyordum artık.

Avcumdaki kol düğmesi hafif bir batma ile kendini gösterdiğinde yumruğumu açtım ve uzun uzun baktım, belirsizliği simgeliyordu. Geri dönüp kol düğmesini anahtarların yanına koydum ve banyoya girdim. Üzerimdekileri çıkarıp çamaşır makinesinin üzerine özenle katlayarak bıraktım ve soğuk suyun altına girdim. 

Ayıl, Melek!

SEN ARTIK DEE'SİN!

 Oy ve yorumlarınızı bekliyorum; ilginize, isteğinize göre bölümlerin geliş hızı değişebilir.

Siyahın Vedası | TeslimiyetHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin