• 2 • "J'aimerais tellement."

629 84 180
                                        

Ellerimi, siyah saçlarımın arasından geçirdim. Burnum soğuktan kızarmıştı. Gözümün üzerindeki benlere dokundum. Oldum olası onları beğenmemiştim. Dudağımın kenarındaki gümüş halka, yüzümde sevdiğim tek şeydi. Tenim fazla beyazdı ve gözlerim aşırı çekikti. Sıkıntıyla nefesimi dışarı verdim ve ayna karşısından ayrıldım. Normalde görüntümü pek umursamazdım ama onu gördükten sonra...
Kafeye son gelişinin üzerinden, üç gün geçmişti ve ben beklemeyi çoktan bırakmıştım. Hayal kırıklığına uğramıştım. Artık Fransızca çalışmak bile istemiyordum. Sadece üç gün geçmesine rağmen, böylesine üzülmüş olmam saçmaydı. Fakat uzun zamandır dikkatimi çeken tek kişiyi kaçırmış olmak beni sarsmıştı.

Arada bir güzel el yazısına bakıyor ve kendimi avutuyordum. Aptal gibiydim. Düşüncelerimi elimden geldiğince def edip, derin bir nefes aldım. Melankolinin pençelerinden kurtulmam gerekti. Onu unutmalı, en azından denemeliydim. Ben siyah önlüğümü belime bağlarken, Jackson'la Taehyung küçük masa ve sandalyeleri dışarı çıkarıyordu. Ben de içeriyi halledecektim ve 20 dakikaya dükkanı açmış olacaktık. Bugün, okul yoktu ama biz yine de çalışmak zorundaydık. Yapacak başka bir şeyim olmadığından ve boş kaldığım her dakikada sarışını düşündüğümden, çalışmaktan pek de şikayetçi değildim. En azından çalışmak beni oyalıyordu.

Personel odasından çıkıp, masaların üzerine konulmuş sandalyeleri indirdim. Ev ambiyansı yaratan, bej rengi perdeleri açtım, masaları sildim. Üzerlerine çiçek, şamdan ve mumluk gibi ufak süs detaylarını tekrar yerleştirdim. Kafede kahverengi, kızıl ve bej tonları kendini gösteriyordu. Renkler ne çok canlıydı ne de çok solgun. Birlikte sonbahar gibi görünüyorlardı ve bu görüntüyü seviyordum. Şiirsel ortamlara ve bana ilham veren her şeye tapardım. Bu kafe tam bana göreydi. Zemin, sandalyeler ve masalar eski tarzda ahşaplardandı. Duvarlarda ılık bir bej rengi ve kahve tonları tütüyordu. Ahşap raflarda eski kitaplar; Shaekspare, Wild, Camus, Zweig, Kafka, Dostoyevski ve daha niceleri diziliydi. Eski, işlemeli altın aynalar ve türlü türlü çiçekler kafeye canlılık katıyordu. Burayı gerçekten seviyordum.

Tipik bir Fransız kafesi gibi görünse de menüsü İngilizceydi ve 6 çalışandan dördü İngilizce konuşuyordu. Biri Jackson, diğeri ise Fransız bir çocuktu. Vardiyalarımız farklıydı. Jackson, ben ve Taehyung haftada üç, diğer çalışanlar ise dört gün çalışıyorlardı. Bir de aşçımız Bayan Rose vardı. Kafenin sahibinin annesiydi ve kızına destek oluyordu. Yüz çizgilerine dolan maziyle ve yaşanmışlıklarla tam bir anne profiliydi. Bayan Rose, yaşına rağmen çok hoş bir kadındı. Bizimle çocukları gibi ilgileniyor ve şakalaşmayı dahi ihmal etmiyordu. Genelde, biz dükkanı açmadan iki dakika önce gelir ve kendini mutfağa atıp, etrafa muazzam kokular saçardı. Her zaman dakik olamıyordu ama daha önce hiç sorun yaşamamıştık.

Tam da beklediğim gibi Bayan Rose, biz kafeyi açmadan iki dakika önce geldi. Hepimize günaydın dedi ve her zamanki gibi mutfağına girdi. Çok geçmeden, çikolatalı kruvasan kokuları her yeri sardı. Dükkanı açtık. Saat erken olduğundan, ancak yarım saat sonra müşteriler gelmeye başlamıştı.

Hava bugün güzeldi. Turuncu sonhabar yaprakları, koyu kaldırımların üzerinde uçuşuyordu. Eiffel'in ucunu hafif bir sis bulutu kaplamasına rağmen, güneş açıkça görülüyordu. Dışarıdaki masalardan birine oturan çiftin siparişini almak için gittim.

" Bonjour. " dediler.

Umarım beni fazla zorlamaz ve basitçe istedikleri şeyi söylerlerdi. Fransızca, ne istediklerini sordum. Neyse ki kısaca iki kahve ve iki çikolatalı kruvasan istediler. Başımla onaylayıp içeri gittim. Basit cümleleri anlayabiliyor hatta biraz konuşabiliyordum da ama iş yazmaya ve sohbet etmeye gelince rezalettim. Buraya geleli yalnızca iki hafta olmuştu yani pek de suçlu sayılmazdım. Siparişleri alıp müşterilere götürdüm.

Art Cherry' • 2jae *Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin