5. Bölüm

179 7 0
                                    


                                                                  29- Mart – 2015

Mağazaya gecikmeli gelmesine rağmen kızgın olacağına şaşkın olan babasının bakışları üzerine yöneldi. Hiç anlamamış gibi yaparak ofis bölümünün arkasındaki dolaba gidip çantasını koydu. Reşat Karlı elli üç yaşında olmasına rağmen yirmili delikanlılardan daha dinçti. Uzun boylu, kumral ve sert bakışlıydı. Saçının olmamasına hep fazla olan öfkesinin sebep olduğunu düşünürdü genç kız. Kaşları birleşik olmamasına rağmen sürekli çatık olmasından dolayı iki ayrı kaş yan yana gelmişti. Siyah gözleri hep karanlıktı. Her gün muntazaman sakal tıraşı olurdu. Saçının ve sakalının olmayışı, sık sık öfkelendiğinde çehresini kaplayan kırmızı çizgileri gizleyemiyordu. Genç kız yine çatılan kaşlardan anlamıştı ki babası onu bu kadar erken beklemiyordu. Anlamaz lığa vurarak arkasına döndü. Hemen yakında olan elemanlardan birine seslenerek;

"Taner, Fatma Hanıma söyler misin bana bir fincan yasemin çayı hazırlasın?"

Gerilen sinirlerini ancak bir bitki çayı gevşetebilirdi. Annesinin, başına gelen o felaketten sonra kızı için endişelendiği tek konu artık kızının doğru düzgün biriyle evlenemeyecek olmasıydı. Bu yafta üzerine yapışmıştı ve alnına kara bir yazı ile yazılmıştı. Kendisini tanıyan tanımayan, adını bilen bilmeyen yaşadığı bu durumu biliyor, görsün görmesin alnındaki bu kara yazıyı hiç hecelemeden okuyordu. Yolda bir tanıdığı ile rastlaşsa kendisini yanındakine "hani vardı ya..." diye başlayıp, kaş göz işareti ile tanıtıyordu. Bütün kol dürtmeler, kulaktan kulağa konuşmalar, imalı tanımlar ve birçok bedensel yorumlar sanki kendisi için üretilmişti. Başlarda bu hali sindirememiş, insan içine uzun bir zaman çıkamamıştı. Her gün sınıfında eğlenip güldüğü arkadaşları bile başkaları olmuşlardı ya da kendisi artık bir başkaydı. En yakın arkadaşı bile "babam seninle arkadaşlık etmemi istemiyor"dediğinde yıkık olan dünyası bir kere daha yerle bir olmuştu. Çok sevildiğini düşündüğü öğretmenleri de artık kendisine görünmez gibi davranıyordu. Çok sevdiği okuluna bile bu yüzden gitmeyi bırakmış, sonraki dönem liseye dışarıdan devam etmişti. Girdiği bu bunalımda, annesinden, babasından, bütün insanlardan ve en çok da o delikanlıdan nefret etmişti.

Üniversite sınavına girdiğinde çok büyük bir başarı beklemiyordu. Hukuk okuma hayalleri o adi delikanlının yüzünden o yayla evinde boğulup gitmişti. Yaşadığı bunalımda ona tek dost kitaplar olmuştu. Onu eleştirmeyen, yargılamayan, sevgi dolu, hayal dolu bu satırlar onun elinden tutup nefret ettiği bu hayattan alıp kendi dünyalarına götürüyordu. Bu dostluk ona hiç düşünmediği edebiyat fakültesinin kapılarını açmıştı. Severek başladığı bu okul ile de evdeki mabedinden çıkmış, insan içine karışmaya başlamıştı. Bu başlangıç ile kimseye kendisi hakkında yorum yapma fırsatı vermemiş, yapmaya çalışana da haddini bildirmişti. Artık küçük değildi ve sandıkları kadar kolay yutulmayacaktı.

Bu dönem mezun olmuştu. Ailesinde çok da önemsenmeyen bu fakültenin diploması sadece kendini memnun ediyordu ama umurunda değildi.

Çayından bir yudum almıştı ki mağazaya kalabalık bir gurup girdi. Hakan ve diğer elemanlar doluydu. Bugün biraz daha zor olsa da iş önlüğü gibi taşıdığı gülümsemesini yine yüzüne yerleştirdi. Ve müşterileri karşılamak için kapıya doğru yürümeye başladı.

***

Akşam olduğunda herkes bitkin durumdaydı. Çok yoğun ve kazançlı bir gün geçirmişlerdi. Saat ona geliyordu. Mağazanın ışıkları söndürülmüş, kapanışa hazırlanılıyordu. Babası masasından gitmek için kalkarken kızına;

" Sen benimle gel! Eve beraber gidelim" dedi.

Vakit geç olmuştu. Bu saatte yalnız dönmesine babası izin vermeyecekti. İtiraz etmemeye çalışarak;

" Arabam burada Hakan benimle gelsin, olur mu?"

Babası sert bir adamdı. Sözünün üstüne söz söyletmeyi sevmezdi ama Zeynep artık çok değişmişti. Yapamadığı pek bir şey yok gibiydi. Bu sefer kararlı olan babası ısrarla;

" Seninle konuşmak istediğim bir şey var. Eve gidene kadar halletmemiz gereken bir konu!" Dedi.

Genç kız tahmin ettiği bu konuşmadan kaçamayacağını anlayarak;

" Tamam!" Dedi ve babası ile birlikte çıktı.

Mağazada getir götür işlerine bakan Taner aynı zamanda babasına şoförlükte yapıyordu. Aslında Taner ahtapot gibi bir delikanlıydı. İkiden fazla kolu, kulağı ve birçok uzvu olan normalin üzerindeki kapasitesiyle insanüstü bir gençti. Babasının en vazgeçemediği, olması gerektiği ve olamadığı her yerdeki eli, gidemediği her yerdeki ayağıydı. Babasına "Taner mi, Hakan mı" diye sorsalar, hiç düşünmeden vereceği tek cevabıydı. Bu duruma kimse haset edemezdi. Çünkü Taner bu güveni durmak, dinlenmek bilmeyen çabasıyla kazanmıştı. Annesi de Taner'i en az babası kadar severdi. Herkesin işini kolaylaştırmada uzmanlaşmıştı. Ailede edindiği bu sevgiyi ve güveni sonuna kadar hak ediyordu.

Baba kız arkaya yerleşip bir zaman sessizce gittiler. Konuşmanın öncesi yaşanan bu sessizlik genç kızı tedirgin etmeye başlamıştı. Oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Günlük birkaç cümlenin ardından babası esas konuya giriş yaptı.

" Annen sabah sana bu konudan bahsetmiş ama sen pek kulak asmamışsın!"

Genç kızın vücuduna anında büyük bir sıcaklık yayıldı. Demek ki sabahki mesele sabahta kalmamıştı. Demek ki konu sandığı kadar basit değildi. Babası devam etti.

" Bildiğin gibi sana talip olan biri var. Benim de uygun gördüğüm biri. Bu genç bir arkadaşımın oğlu, hatta babasını sende tanırsın. Ankara İnegöl'den Sami Akıncı. Tek evladı bu delikanlı, uluslararası ticaret mezunu, otuz beş yaşında..."

Zeynep daha fazla dayanamadı ve babasının lafını bitirmesini beklemeden atıldı.

" Baba ben böyle bir şey düşünmüyorum..." diye başladığı cümlesini, bitiremeden babası sert bir sesle kesti.

" Konuşmam daha bitmedi! Senden sadece görüşmeni istiyorum hemen evlenmeni değil. Hem bakalım o seni beğenecek mi? Yarın sabah buraya geliyor. Muhtemelen öğleden sonra görüşebilirsiniz."

Genç kız duyduklarına inanamıyordu. Program yapılmıştı. Kendi rızası alınmadan, istemediğini bildikleri halde bu yapılan neydi şimdi? Bütün bunlar yetmezmiş gibi babası yeniden;

" He, bu arada genç adamın başından kötü bir evlilik geçmiş, altı yaşında bir oğlu var" diyerek konuşmasını sonlandırdı.

Öfke bütün damarlarına bir ateş gibi yayılıyordu. Bu saçmalığın içinde olmak istemiyordu. Sami Akıncı'da, oğlu da umurunda değildi. Hiçbir zaman evlenmeyi düşünmüyordu. Onun için bu ihtimal artık yoktu. Ailesi neden hayatına yalnız devam etmek istemesini anlamıyorlardı. Mutluluk hep iki kişi ile mi olurdu? Yoksa ailesi kızlarının değil de kendi mutlulukları için mi çabalıyordu? Kendi hayatı hakkında neden kendisi karar veremiyordu? Neden istemediği bir şeye zorlanıyordu? İşte yine olmuştu ve yine altı sene öncesindeydi. 

UKDE (Raflarda)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin