Aklıma Cemil'in akrabaları geldi. Onları bulup derdimi anlattım. Hükümetten kaçtığımı anlatırken, bir de yalan söyledim, muhalifim diye. O adamların da rejime muhalif olduklarını söylemişti Cemil. O yüzden- beni kendilerine yakın bilsinler diye- yalan söyleme gereği hissettim hiç düşünmeden.
Bir kaç gün sonra beni arkadaşlarıyla tanıştırdılar. Oradaki durum da gergindi. Herkes zan altındaydı neredeyse. Her şeyden önce, bir Türk olmak suçtu. Yaşamak istiyorsan, Farsça bilmen lazımdı, devlette hizmette kusur etmemelydin. Türk demeye utanan insanlar vardı kendine. Fars dilinde konuşmasıyla gururlanırdı bazı Türkler. Fars milliyetçisi olan Rıza Şah Pehlevi "İran Milleti" yaratmak amacıyla Türklere - Fars olmayanlara karşı bir asimilasyon politikası uyguluyordu. Farsça, İran'ın tek resmi dili olarak ilan edilmiş, diğer dillerde konuşulması bile neredeyse yasaklanmıştı. Türk bölgelerinde olan okullara ceza kasası kanunu uyguluyorlardı. Türkçe konuşmaya karşı resmen savaş başlamıştı. Türk çocukları okullarda Türkçe konuşmasınlar diye- zaten dersler
Farsçaydı- para cezası uygulanıyordu. Güney Azerbaycan kelimesi bile yasaklanmıştı. Burada kuzeyde bu kelimeni kullananlar bile takip edilirken, Güneyde onlara ne yaptıklarını düşünemezsın. Anlayacağın yağıştan kaçarken yağmura tutulmuştum. Okul filanı boş ver de, sokakta bile konuşamadığın bir dile sahiptin. Aşağılık, cahil ve de türlü türlü hakaretleri "hakediyordun." Böyle bir dönemde oraya gitmiş, bir süre orada kalıp, kendimi unutturduktan sonra geri dönmeyi planlamıştım.Bir gün olanlar olmuştu. Huseyin- Cemil'in akrabası onunla irtibat kurduğu zaman beni sormuş, her halde doğruyu söyleyip söylemediğimi merak etmişti, o da gerçeği söylemişti. Hüseyin'in bana bakarkenki bakışlarını hala unutamıyorum. Bunca attığım yalanı yüzüme çarparken, yerin dibine geçmiştim.
Abimin dostu, arkadaşı benim dostumdu demişti. Milli gururumuzu iki paralık ettin, nasıl söylerisin- Şura'ya karşıyım diye. Öğrendim tüm gerçeği. Onların has adamı olmuşsun, sen de, baban da. Öylesine bir kaza kurşunuyla birisini öldürmüşsün. Yakalanmaktan korkup kaçmışsın.Evet korkup kaçmıştım, hapis yatmaktan, tutuklanmaktan korkmuştum. Önceleri idam olunacağımı düşünsem de sonradan öğrenmiştim ki idam cezası siyasilere kesiliyor çoğunlukla, beni sürgünden aşağısı kurtarmazdı. Oralar hakkında hiç de iyi şeyler duymamıştım. Belki de idam daha iyiydi. En azından tek kurşunla ölüyordun. Sürgünde -genellikle Sibirya'ya sürülüyorlardı- her gün ölüyordun. Soğuktan, açlıktan, dayaktan. Evet anlayacağın beni arkadaşlarının arasına soktuğu için kendisine de bana da, hatta Cemil'e de çok kızgındı. Ne kadar inandırmaya çalışsam da onlarla irtibatım yok diye, bir türlü inandıramamıştım Hüseyin'i. Sovyet istihbaratının İran'la birarada çalıştığını söylüyorlardı ve olanlar bunu işaret ediyordu.
Beni aralarına kattıktan sonra birkaç baskın yemişlerdi. Hepsini benim suçum olduğunu söyledi Hüseyin. Benim, belki Cemil de bilmiyor, Şura'nın(Sovyetlerin) onların içine soktuğu casus olduğumu yüzüme yüzüme çarpmıştı. Yoksa koskoca karakoldan nasıl kaçıp kurtulabilir miymişim, diyordu.Neyse, cezamı onlar kesmeden oradan gitmem gerekiyordu. Cemil'in hatrına beni arkadaşlarına vermeyecekti. Nasıl gideceğmi de kendim bulmalıydım. Baskın yeseler, birinin burnu kanasa benden bileceklerdi. (Zaten yerlerini değiştireceklerdi.) Evladımı, annemi, babamı bulup öldürürlerdi.
Gidersem, burayı terk edersem, kendi ailesini tehlikeye atsa da, beni ele vermeyecekti, nasıl olsa arada Cemil vardı. Bunun için ona minnettar olmalıydım.
Anlayacağın başka çarem kalmamıştı.
Bir yıla yakındı oradaydım. Çoğu gizli yolları, gizli geçitleri ezberebiliyordum. Aras nehrinden bu taya geçecek en güvenli yeri de biliyordum sayelerinde.Kaç kez Şah'ın askerlerinden kaçarken bu tarafa geçmiş, izimizi kaybettirmiştik. Nihayet bir gece geçtim bu taya. Nereye gideceğimi, kime sığınacağımı bilmiyordum..."
Mustafa dede burada konuşmasını kesip bana baktı."Sıkmıyorum ya seni?"
"Hayır, hayır. Konuşun çok merak ediyorum, daha sonra ne oldu. Başınıza ne geldi?""Bir çay daha içer misin?"diye semaverin sıcaklığını yokladı eliyle, sonra kendi bardağını çayla doldurdu. Benimkini de doldurduktan sonra çayından bir yudum alıp bardağı elinden bırakmadan hikayesine devam etti.
"Kaçağın kendinden önce ünü gelir diyorlar ya. Artık herkes bilirdi beni. Ya da bildiklerini sanıyorlardı. Yüzden tanımıyorlardı ama bir kahramandım gözlerinde. Birini öldürmüştüm, fakir sıradan insanlara eziyet eden birini. Hatta geceyi evinde geçirdiğim bir köylüden bir halk kahramanı olduğumu öğrendim. Öyle bir şey yok dediğimde;
Aramızda kalsın Kolhoz'a karşıymışsın, toprakların halktan alınmasına karşıymışsın, dedi. Ne toprağı? deyince'Bu devlet bizimle oyun oynuyor, bir gün diyor kendin çalış toprağını ek biç, bir gün de diyor bana ver. He yalnız toprağı değil, davarları hayvanları da ortak yapyorlar. Nerede adalet? Düşünsene, benim hayvanlarım, toprağım var ama senin hiç bir şeyin yok, bunca yıl yiyip yatmışsın. Şimdi benden aldıklarında beni de çalıştıracaklar seni de. İş paraya gelince tek kuruş yok, vermezler, karın tokluğuna çalışacaksın. Peki bunun sahibi yok mu? Bu toprak atalarımdan kaldı, bu mal mülk babalarımdan kaldı bana. Alın teriyle kazanıldı bu topraklar. Emek vermeden sahip olduğun toprağın kiymetini kim bilir dedi. Doğru mu? Hele hele emek veriyorsun, ekiyorsun aldığın mahsula bile Cumhuriyet malı diye el koyuyorlar. Ne yapalım yaşamayalım mı? Yaşamak için yemek gerek, yemek için mahsul gerek, tahıl, buğday gerek. Onu da senin elinden almaya kalkarlarsa, sonu ne olur bu insanların? Bir kilo mahsulu sakla, bakalım, sonun ne olur. Hırsız, halk duşmanı. Köylü ne yapsın? Ürününü elinde tutmak için saklar. Bu sebepten de hain olur, cezası da on yıl. Malına el koyuyorlar, ailelerini en ağır işlerde çalıştırıyorlar.'
Adamın konuşmasından eski bir toprak ağası filan zannetim, etrafıma bakıp
"Amca yavaş ol duyarlar bilirsin, böyle konuşmanın cezasını. Yerin de kulağı var."
"Duysunlar durumum belli, ben hakkına konuşuyorum. Neyim var ki alsınlar, ne bıraktılar ki. Bir canım kaldı. Öyle de öleceğim, böyle de. Bari başım dik ölerim.""Ya senden geride kalanlar, onlara da sıçrar" dedim. Sustu...
"Mesele de o. Konuşamıyorsam onlar için, bir şey yapamıyorsam onlar için" dedi korka korka etrafına baktı. Kendini tutamadığı için pişmandı. Artık iş işten geçmişti. Konuşmuştu. Belki de duyanlar, duyması gerekenler duymuşlardı bile. Ya da duymaları gerekmiyordu gözlerinden okumuşlardı. Birinin hoşuna gitmemişti tavırları, bakışları. Hain olması için bu yeterdi, listenin başındakı yerini de hakediyordu. Zaten halk razı gelmişti bütün bunlara, kendi mahsulunu kendi elleriyle zamanında teslim ediyor, ona ne verecek diye, ellerine bakıyordu. Adam konuşmayı kesip bana baktı;
"Asıl sen buralarda dolaşma" dedi. Bu hukumet boş gezeni nerede görse alıp götürüyor."
"He..." dedim ben buradayken de öyleydi durum ama şimdi daha da değişmişti anlaşılan."
"Değişmiş ya... Komşu köyden kırksekiz kişiyi birden götürdüler Tam kırkbeşi sürüldü, üçü kurşunlandı. Suçları konuşmaktı. "Niçin?" diye sormaktı?"
O adamın yanında fazla duramazdım. Cezam belliydi zaten, bir de üstüne hain tamgası yemeyim diye, gitmem gerek deyip geceyarısı çıktım evinden.
'Ne işim var böyle insanların yanında. Başını belaya sokacaksın.' diye kendi kendimi azarladım. Aceleyle
"Hadi eyvallah. Allah razı olsun" deyip ihtiyarın yanından ayrıldım. Köy yolunda yaşlı bir ağacın koğuğuna sakladığım silahı alıp, adamdan aldığım çuvala sakladım. Üzerine de ot elef yığdım. Yerlilerdenmişim gibi çuvalı omuzuma alıp, köy yoluna çıktım. Gecenin karanlığına saklanarak köyden çıktım. Avuçluya Türyançay'ın kıyısından geçecektim. Kıyıya ulaşırsam gerisi kolaydı. Oralarda kimse görmezdi beni.
Sabaha karşı vardım köye. Buraya köy denir, ama ben deyim beş, sen de on hane. Avuç içi kadar insanın yaşadığı yer.
Çok seviniyordum. İki gündü yoldaydım. Ayaklarımı uzatıp dinlenebilecektim, annemi, babamı, çocuğumu görecektim. Yavaşça, kendimin de zor duyacağı bir sesle tıklattım kapıyı. İhtiyatlı olmalıydım. Hala durumu bilmiyorum, komşulardan görüp ihbar eden olur diye, kenara saklandım. Kapının yavaş yavaş açıldığını duyunca da saklandığım yerden çıktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SURAYE (Tamamlandı)
General FictionSuraye Wattys 2020 Tarihi Kurgu Kategorisi kazananı. "Suraye" tarihi olayların yer aldığı sürükleyici bir hikaye. Azerbaycan halkının Sovyet döneminde yaşadıklarının akıcı bir dille anlatıldığı bu kitap okuyucunun dönemle ve halkın yaşamıyla yak...