Sürgün (24)

1K 130 45
                                    

  Bin dokuz yüz otuz üç yılının sonbaharı. Tren garı. Askerler eşliğinde yirmi otuz tutuklu itile kakıla içine saman doldurulmuş, tahta vagonlara dolduruluyor. Bazılarının sürgün edileceği tarihi, gideceğini bir yerlerden öğrenmeyi başarabilenlere karşı, etten ve silahtan duvar örmüşler. Yoğun güvenlik önlemleri altında vagona bir çıkın gibi atılıyor tutuklular. Kimsenin nereye gideceği hakkında bir tahmini yok. Kimisi Kazakistan bozkırlarına gidiyoruz diyor, kimsi de Sibirya çöllerine. Fark etmez, hangisi olur olsun, gittiğine göre GULag damgasını yemişsin artık.

"Ne fark eder ki ölüme yolluyorlar bizi."

"Oraya giden bir daha geri gelmez"

"Gelirsen ne bulacaksın sanki. Ardında bekleyen bir ailen kalırsa..."

"Ne? O ne demek?" diye sordu esmer yüzlü, uzun boylu, siyah saçları yeni kazındığı beli olan, sakalları çıkmış tutuklu gençlerden biri. Orta yaşlı, yuvarlak gözlüklü adam soruyu soran gençe baktı.

"Senden önce, ailen sürülüyor" demek.

"Nasıl, onlar ne yaptı? O adamı ben öldürdüm."

Vagonun bir köşesine sıkışarak oturmuş adamların içinden hırıltılı bir ses duyuldu.

"O iş öyle değil, senin gibileri alakadar etmez o"

"Nasıl yani? Ben hiçbir şey anlamıyorum?" dedi esmer genç, olacakları öğrenebilmek için soru sormaya devam ederken. Başının üzerindeki askerlerden biri;

"kesin sesinizi. Buradan oraya böyle konuşacaksanız ağzınızı da kapatırız. Haberiniz olsun. Sessizlik istiyorum." dedi ve trenden inen diğer askerlerle beraber yere atladı. Büyük bir gürültüyle kapıları kapattılar üzerlerine çarpı şeklinde iki büyük tahta da çivilediler. Her şey hazırdı, tren yola koyulabilirdi artık.

Lokomotif büyük bir gürültüyle puflayarak istasyondan kalktı. Askerler ona bitişik diğer vagonda- kompartmanlarda yerleşmişlerdi anlaşılan. Gülüş ve kahkahaları tutukluların olduğu vagondan duyuluyordu. Her duydukları kahkahayı kendilerine küfür olarak görüyorlardı tutuklular. Genç adamın ise bu sesler umurunda değildi, duyduklarının gerçek olup olmadığını öğrenmekten başka bir şey düşünemiyordu. Yaşlı anne babası onun cezasını çekmek zorunda değillerdi. Oğlu Polat ne yapardı? Daha çok küçüktü. Onu da mı süreceklerdi? O daha çocuk? Dayanamayp az önce onun bu konuyla ilgisi olmadığını söyleyen adama;
"amca, ne diyordun az önce. Nasıl bulamaz ailesini gelince." diye sordu.

"Sen geri geleceğini mi düşünüyorsun?"

"Tabii sekiz yıl verdiler. Gelirim her halde, yaşım genç. Ölmem sekiz yılda diye düşünüyorum."

"He he...yedirip yatıracaklar seni orada." dedi yaşlı adam öksürürken alayla.

"Sen oraları dinlenme tesisi mi sandın?"

"Dur korkutma çocuğu, malum işgence görmemiş. Bana bak delikanlı, siyasi misin sen?"

"Hayır, birini öldürdüm, kaza kurşunuyla, bunu özellikle vurgulamıştı, korktum kaçtım. yakaladılar, sürgün yedim."

"Bu iyi, korkma, sana bizim gibi davranmazlar, dönersin sen." dedi. Yuvarlak gözlüklü adam vagonun tahtalarına dayadı sırtını, ellerini göğsüne sıkıp, başını omuzuna dayadı, gözlerini kapadı. Adamlardan birinin;

"Suyunuzu ihtiyatla için, ne yapacakları belli olmaz, hala ne kadar gideceğimizi de bilmiyoruz." dediğini duydu. Esmer gençin eli istemsizce matarasına gitti. Ceketi ile üzerini kapadı. Uzun uzun gittiler ...tarak tuk sesleri içinde, büyük küçük garlara her yaklaştığında çalınan düdük ve de arada sırada duyulan akordeon sesiyle karışık, süzülek gelen asker kahkahaları bir müddet sonra kayboldu gecenin sessizliğinde. Karanlıkla beraber soğuk da çöktü. Adamlar sırtlarını biribirine dayayarak oturďular, öylece de uykuya daldılar.

Farklı farklı kesimlerden olan, dışarda görseler birbirlerine selam vermeyecek olan bu adamları bir şey birleştiriyordu- kader. Bu yolculukları onları kader yoldaşı yapmıştı.

Vagonun delme deşiklerinden içeri fırlattıkları kuru ekmeğin yüz gözlerine gelmesiyle uyandıkar uykularından. Ekmekleri alıp paylaştırdılar aralarında. Kesmek zor olunca dizlerine dayayıp parçaladılar, eşit miktarda paylaştırdılar. Taş gibi sert siyah ekmeği suyla ıslatarak yediler.

Tren garlardan birinde durduğunda, tuvalet ihtiyacı görmek için kapının açılmasını istediler. Kapılar açılmayınca, ayaklarını yere döverek taleplerini sürdürdüler, bu istekleri açılan silah sesiyle son buldu.
"Yapın nereye isterseniz. Emir böyle, açamayız" dediler.

On günlük yolun sonunda tren beklemedikleri bir zamanda durdu. Askerlerin ellerindeki tüfeklerin süngüsüyle tahtaları söktüklerini duyduklarında, sonsuzluğa gideceğini sanan tutuklular, kapıların açımasıyla ayağa kalktılar. Halden düşmüş, ayağa kalkmaya bile kuvvet bulamayan mahkumlar indirildi vagonlardan.

Hava şartlarına göre ince giyimli mahkumların emri yerine getirmekten başka çareleri yoktu. Titriyorlardı. Güneş yoktu, gözükmüyordu ama ışınları neredeyse, ağaçların üstünde biryerdeydi. Yemyeşil şam ağaçlarının olduğu büyük bir ormanın ortasıydı burası.

Vagonun karanlığına alışmış gözler ışığı yadırgadı önce, eller hepsi birden ovuşturmaya kalktı gözleri, açtılar kapadılar. Herkes yanılamazdı ya bu bir serap değildi. Burası Sibirya'ydı. Neresi olur olsun, toprağa değecekti ayakları. Üşüseler de içlerinden sevinen de oldu buna.
On'a yakın asker, ellerinde silahla sağ kalanlara ölü tutukluları da indirtti vagonlardan. SİBLag son menzilleri olmuştu yolda hayatını kaybedenlerin. Lokomotif son tutuklunun inmesi ve kontrolu ardından düdük çalarak uzaklaştı oradan. Askerler trenden indirdikleri cenazeleri çukur kazdırarak sağ kalanlara gömdürdüler. Bir kaç ay sonra üzerinden yol çekeceklerini bilmeden sessizce dua ettiler üzerlerinde.

Şehrin taş yığınları içinden gelenler için burası bir sonsuzluk, dağlardan, köylerden gelenler için aşılabilir bir zaman, çöl insanları için sınırsız bir gölgelikti.

SURAYE  (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin