Olanların üzerinden iki hafta geçmesine rağmen hayatımızdaki büyük eksikliklerin ve bazen hiç bitmeyeceğini düşündüğüm acıların dışında sahip olduğumuz pek de bir şey yoktu. Sorumluluklarımız? Arayışlarımız? Onlar hala vardı, evet.
Aynı dakika içinde masada duran telefonuma beşinci kez baktığımda Doruk'un bu hareketime sessizce güldüğünü fark ettim. Ona ters bir bakış atıp telefonu tekrar masaya bıraktım, Düşünceler Kafesi'nde her zaman oturduğumuz masada garson kızın kahvemi getirmesini beklemeye karar verdim. Ve ilginç bir şekilde bir dakika boyunca bu kararıma sadık kalıp telefonuma bakmadan garsonu bekledim. Ama birkaç saattir beklediğim telefonumun ışığı yanınca çalmasına izin vermeden telefonu açtım.
"Alo," dedi Vuslat. Sesi iyi geliyordu. "Doktorun yanından şimdi çıkıyoruz Sena ile. Bana gideceğiz."
Rahatlayarak nefesimi üfledim. Sena, Sansar'ın gidişinden beri bir hafta boyunca hastanede yatmıştı. Doktorlar onun durumu hakkında bize pek de bilgi verememişti, buna rağmen bir hafta içinde hastaneden çıkardılar. Ama hepimiz biliyorduk ki geceleri çığlık atarak uyanıyor, konuşmuyor, çok sık terliyor ve bazen kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Doktor bunun psikolojik bir hastalık olabileceğini söylediğinden beri haftada iki kere psikologa gitmesi uygun göründü. Bugün ilk seansından çıkıyordu.
"Tamam," dedim ve karşımdaki sandalyede oturan Doruk'a kısa bir bakış attım. Onun da Asya kaçırıldığından beri pek iyi durumda olduğu söylenemezdi. Ve bunu söylemekten nefret etsem de, grubu toparlamak artık benim görevimdi. Bu yüzden yıkılmış durumdaki Doruk'u da toparlamak bana düşüyordu. Evet, ben küçükken yapboz yapmada da bir numaraydım. Hey, bir dakika! Ben her konuda bir numarayım. "Doruk ile bizim kafedeyiz. Bir şeyler içip biz de geliriz."
"Tamam, görüşürüz."
"Görüşürüz." dedim ve kapatmadan önce korumacı bir tavırla "Dikkat edin." diye ekledim.
Vuslat uzun zamandan beri duymadığım ve duymak için kolumu kesebileceğim bir şekilde güldü. "Sende."
Telefonu kapatıp masaya bıraktığımda kahvelerimiz gelmişti. Doruk yüzünü buruşturarak bana baktı. "Çok sinir bozucusun," dedi.
Ona buraya geldiğimizden beri bilmem kaçıncı kez ters bir bakış attım ve o da her seferinde yaptığı gibi gülümsedi. En sonunda kahvemle ilgilenmeye karar verdim ama onu buraya çağırmışken bunu yapmam saçma olacağı için söze ilk onun girmesini bekledim. Havalı tipinden beklenmeyecek bir sabırlı sandalyesine yaslanıp beni bekledi.
Tenimde dolaşan soğuk havayı hissettim ve birden kafe değişti. Bu sefer her şey öncekine göre daha netti. Ayağımın altındaki tren raylarını anında hissetmiştim. Üstelik ağaçlar seçilebilecek durumdaydı ve kar yağmaya devam ediyordu. Trenin ışığı gözlerimi kör edecek kadar bana yakındı ve daha da yaklaşmaya devam ediyordu. Öyle ki artık aramızda sadece bir adım vardı. Kolumu kaldırıp yüzüme siper ettim ve olabildiğince kuvvetle bağırdım geçen sefer yaptığım gibi.
Kendimi yüksek bir yerden bırakılmış gibi hissettim. Çakılma hissi yoktu ama o lanet trenin bana çarpmadığınında farkındaydım.
Kollarımı yüzümden çektiğimde kendimi trenin içinde buldum. O gürültülü ses artık bir uğultudan ibaretti. Vücudumda depolanan adrenalin beni nefes nefese bırakmıştı. Öyle ki sanki tren bana çarpmış gibi hissediyordum. Vücudum karıncalanmıştı. Telaşla etrafa bakındım ve gördüğüm kişiyle olduğum yerde donakaldım.
Yumuşacık olduklarını bildiğim siyah saçlarını ensesinde toplamıştı ve üzerinde mavi elbisesi vardı. Elbise kollarını çıplak bıraktığı için üşüdüğünü düşündüm ve iç güdüsel olarak ona doğru koşup sarılmak istedim. Ama attığım adım aynı hızla geri döndü. Annem ölmüştü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Düşünce Mahkumları
Mystery / ThrillerDünyadaki en tehlikeli yer zihin, en ölümcül zehir ise düşünceydi. Her an düşüncelere esir olanlardı onlar. Onlar bakanlar değil, görenlerdi. Düşüncelerine yenilenler, zihinlerindeki altın kafeslere mahkum olanlardı. Onlar Düşünce Mahkumuydular. Far...