İnsan eşref-i mahlukattır, derdi her zaman babannem. Sonra iç çeker eklerdi herkes bunu unutmuş diye.
Atlas'ın kolları arasında hıçkırıklarımı omzuna gizlemişken içimde uyanan öfkeyi bastırmaya çalışmam ölümünden önce babannemden çok sık duyduğum bu sözü hatırlatmıştı bana. Çocukken bile boyumdan daha büyük düşüncelere esir olmam insanların bunu neden unutuğunu bana düşündürmüş ve matematik veya fizik sorularından daha zor bir gerçeğe ulaşmamı sağlamıştı.
Bakmak ve görmek aynı şey değildi İbn-i Sina'nın dediği gibi. Ve görmek için bakmaya gerek yoktu. Yeterki düşüncelerin gördüğünün arkasından sana yaklaşsın ve sana hakikati göstersin. Bunu fark etmek imkansız denilen şeyleri görmemi de kolaylaştırdı. Çünkü işin sırrını biliyordum, her zaman için bu böyleydi.
Acı ve acıyı hissetmek arasındaki farkı da gördüm. Selim ölmüştü. Bu bir acıydı. Bu berbat bir acıydı.
Hissettiğim mi?
İşte o tarif edilemezdi. Deli gibi bağırmak istiyordum. Gözyaşlarım acımı yansıtacak kadar çok değildi, bu yüzden durmuşlardı. Ama hala yüzümün ıslaklığını fark ediyordum. Yine de Atlas'ın omzundayken sessizleştiğimi fark ettim. Ne zaman sustuğumu hatırlamıyordum, ama şimdi öylesine sessizdim ki kendimi ölü gibi hissettim. Yaşayan bir ölü gibi. Nefes alan, duyan, hisseden, bilen bir ölü.
İçimde bir ağırlık yükseldi. Avuçlarımın terlediğini hissettim. Bu o kadar kuvvetliydi ki sanki nefes almamı istemiyormuş gibi beni boğuyordu.
Başımı Atlas'ın omzundan kaldırdığımda o da ondan uzaklaşmama izin verdi ama kolu hala omzumda duruyordu destek vermek istermiş gibi. Onun da gözleri kızarmıştı ve kıyafetleri kapkaraydı ama yine de o bunu önemsiyormuş gibi gözükmüyordu. Diğer yanımda oturan Vuslat da öyleydi. Önüne bakıyor gibi dursada bakışlarının sık sık kontrol amaçlı bana döndüğünü hissedebiliyordum.
Hastane koridorundaki sessizlik ağırlaştı ve omuzlarıma bindi. Sanki her şey, herkes ölmemi büyük bir keyifle bekliyormuş gibiydi. Karşımda oturan Sena kıpırdandı. Yeşil gözleri bana kaydı ve gözleri dehşetle açıldı. Ambulansa bindiğimizden beri Atlas'ın omzunda sakladığım yüzümü görmüş olmalıydı. Yüzümde onu bu kadar dehşete düşürecek ne olduğunu merak ettim. Yangından dolayı kararmış mıydı veya gözlerim kan çanağına mı dönmüştü? Ne olduğunu bilmiyordum ve önemsemiyordum da sadece nefes almak istediğimi fark ettim. Bu acının geçmesini istiyordum.
Ama hiçbir zaman da geçmeyeceğini biliyordum.
Neden, diye düşündüm. Neden böyle olmuştu, Selim ölmüştü?
Kalbimin sıkıştığını hissettim, nefes almam daha da zorlaştı ve boğazımdan küçük bir çığlığın kaçmasını engelleyemedim. Atlas korkuyla bana bakmak için eğildi ama ayağa fırladım. İçimde büyüyen şeye itaat ederek gözlerimi koridorda gezdirdim. Ve bakışlarım hedefinde durdu.
Orada duvara yaslanmış duruyordu. Koyulaşan siyah gözleri bana yoğunlaşmıştı. Ne düşündüğünü bilmeyi o kadar çok istedim ki, ama bunu bilmem imkansızdı. Gözleri çok fazla duygu barındırıyordu. Üzüntü, öfke, pişmanlık... Ne hissettiğini anlatabilmek için bir şey söylemem gerekse ya hepsi dersim ya da hiçbiri. Çünkü o asla tek şey hissetmezdi.
İçimde bu kadar kuvvetli büyüyen şeyin gerçek olduğunu kavradım. Beni bu kadar öfkelendiren ve hırsla dolduran gerçekti. Beni ayağa kaldıran ve birkaç saniye sonra ona doğru yürüten gerçekti. Selim'in ölümündeki gerçek...
Önünde durdum ve hiç beklemedeği -hatta benim de hiç beklemediğim- bir anda elimi havaya kaldırdım ve yanağına sert bir tokat attım. İçimde büyüyen gerçek bir anda patladı. Tokatın etkisiyle acıyan elimde bile paramparça olmuş gerçeğin kırıntılarını hissettim. Boğazıma sarılan eller kalktı. Öfkem hala dinmemişti ama.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Düşünce Mahkumları
Mystery / ThrillerDünyadaki en tehlikeli yer zihin, en ölümcül zehir ise düşünceydi. Her an düşüncelere esir olanlardı onlar. Onlar bakanlar değil, görenlerdi. Düşüncelerine yenilenler, zihinlerindeki altın kafeslere mahkum olanlardı. Onlar Düşünce Mahkumuydular. Far...