Gökyüzü maviymiş.
Renkler sönük.
"Lambayı açar mısın?" diye sordum ona. Babam başını kaldırıp bana baktığında yüzünü görebilmek için gözlerimi bir kedi gibi kıstım ama karanlık, elleriyle gözlerimi kapatmış gibiydi. Babamın karanlıktaki gölgesi birkaç adımla duvara yaklaştı ve kaslarından dolayı karanlıkta bile şişkin duran kolunu kaldırıp lambayı yaktı.
Işık karanlığa alışmış gözlerime hücum ettiği için acıyan gözlerimi tekrar kısmak zorunda kaldım. Elimin tersiyle gözümü kaşırken bakışlarım tam karşımda duran aynada takılı kaldı. Karşımdaki kıza şaşkınlıkla baktım.
Karşımda ufak bir kız vardı ve gözünü kaşımak için götürdüğü elinde kırmızı bir balonun ipini tutuyordu. Karamel rengi saçları dalgalar halinde omzunun arkasına toplanmıştı. Griyi andıran gözleri gülümseyerek bana doğru bakıyordu. Elimi yavaşça indirdiğimde kız da balonu tutan elini indirdi ve başını çevirip arkasından ona yaklaşan adama hayranlıkla baktı.
Babam yaklaşıp kızın boşta kalan elini tuttu ve bakışlarını bana çevirdi. Kafamı çevirip baktığımda babamın yanıma geldiğini gördüm ve o da benim gibi aynaya bakıyordu. Yansımasının aksine yüzü kan içindeydi ve üzerinde kanlı bir tişört vardı. Gözlerinin altı geceleri katıldığı boks maçlarının yorgunluğuyla morarmıştı. Bana yorgun bir şekilde gülümsedi ve aynayı işaret edip "İzle," dedi.
Babamın sözünü dinleyip aynaya tekrar baktığımda küçük kızın saçları koyulaştı ve yüzü git gide daha da biçimlendi. Artık elinde kırmızı bir balonun ipini değil, turuncu harflerle yazılmış Leanardo'nun Günlüğü adında bir kitap tutuyordu. Bu kitabı liseye giderken okuduğumu hatırlıyordum ama hatırladığımın aksine oldukça ince bir kitaptı. O zamanlar bu kitabı istemeyerek okuyordum, çünkü ilgilendiğim şey çizim yapmak değil renkleri kullanmaktı. Ama Leanardo Da Vinci'nin tuttuğu sayısız günlüklerinden ele geçenlerin derlendiği bu kitap çizim yaparak bir dünyanın içinde bambaşka bir dünyanın daha keşfedilebileceğini bana göstermişti.
Babamın yansıması şimdi daha ağırbaşlı duruyordu ama her zaman dolu dizgin bakan siyah gözleri değişmemişti. Küçük benin elindeki kitaba baktı ve kaşlarını gülümseyerek çattı. Tatlılıkla "Yine mi bu adam?" diye sordu.
Yıllar önceki ben "Leanardo Da Vinci," dedi gururla.
Onlara bakınca yüzümde hüzünlü bir gülümseme belirdi. Claude Monet'in Argenteuil'de Gelincikler eserinin harika olduğuna dair babamla atışmalarımız aklıma geldi. Beni kızdırmak için tablonun hiçbir şeye benzemediğine dair laflar söyler ve daha iyisini kendisininde çizebileceği iddiasında bulunurdu. Denemişti de. Monet ile babam arasındaki tek fark, babamın yağlı boyayı tuval yerine ellerine sürmesiydi.
Benimle beraber aynaya bakan babam sanki aklımdan geçen sahneyi hatırlamış gibi yüzündeki yaralara rağmen güldü ve bakışlarını aynadan ayırmadan "Hala seviyor musun?" diye sordu. "Monet'i, Picasso'yu, Leanardo'yu, Naci Kalmukoğlu'nu..."
Başımı salladım. Bende ona bakmadan "Hatırlıyor musun onları?" diye sordum.
Aynadaki yansımalarımız da dikkat kesilmiş bizi dinliyordu. Babamın o yılları hatırladığını kabul etmenin benim için daha can yakıcı olduğunu düşünmüştüm hep, bu yüzden onun eskiyi hatırladığına kendimi hiç inandırmamıştım. Bunu kabullenmek daha kolaydı çünkü.
Onun odamın duvarlarına yağlı boyalarla çizdiğim rengarenk çizgileri, okuldan eve döndüğümde ona yemek hazırlayışımı, boks maçlarından yanında arkadaşlarıyla döndüğünde onlardan zafer hikayelerini ilgiyle dinleyişimi, ona karşı Monet'i savunuşumu... Bunları hatırlamadığını düşünmek en iyisiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Düşünce Mahkumları
Mystery / ThrillerDünyadaki en tehlikeli yer zihin, en ölümcül zehir ise düşünceydi. Her an düşüncelere esir olanlardı onlar. Onlar bakanlar değil, görenlerdi. Düşüncelerine yenilenler, zihinlerindeki altın kafeslere mahkum olanlardı. Onlar Düşünce Mahkumuydular. Far...