Prens Andrey'in Austerlitz Savaşı'nda kaybedilmesiyle ilgili haberin Lısiye Gori'ye ulaşmasının üstünden iki ay geçmişti ve elçilik aracılığıyla gelen bütün mektuplara, bütün araştırmalara rağmen Andrey'in cesedi bulunamamıştı, esirler arasında da yoktu. Ailesi için en kötüsü şuydu: Onun yerliler tarafından savaş meydanından alındığı, yaralı olarak, tek başına yabancılar arasında bulunduğu ve kimseye haber veremeyecek bir durumda olduğu ümidini hâlâ taşıyorlardı. Yaşlı Prens'in Austerlitz yenilgisini ilk öğrendiği gazeteler, Rusların parlak zaferlerden sonra zorunlu olarak geri çekildiklerini ve bunu büyük bir düzen içinde yaptıklarını, her zaman olduğu gibi, gayet kısa ve muğlak bir biçimde yazmışlardı. Yaşlı Prens bu resmî haberlerden bizimkilerin yenildiklerini anlamıştı. Austerlitz Savaşı'na dair haberler veren gazetelerden bir hafta sonra da, oğlunun durumu hakkında Kutuzov'dan bir mektup aldı.
"Oğlunuz," diye yazıyordu Kutuzov, "gözlerimin önünde, elinde sancak, alayın başında, babasına ve vatana layık bir kahraman gibi vuruldu, şahsım ve bütün ordu adına üzüntüyle bildiririm ki, yaşayıp yaşamadığı konusunda kesin bir bilgimiz yok. Kendimi ve sizi oğlunuzun yaşadığı ümidiyle cesaretlendirebilirim, zira, aksi takdirde savaş meydanında cesetleri bulunan ve listesi bana kalem memurları tarafından verilen subaylar arasında oğlunuzun da adının geçmesi gerekirdi."
Bu haberi akşam geç vakit yazı odasında alan yaşlı Prens, ertesi gün, alışkanlığı olduğu üzere, sabah gezintisine çıktı; ama kâhyasıyla, bahçıvanıyla, mimarıyla konuşmadı, öfkeli bir hali vardı ama kimseye bir şey söylemedi.
Her zamanki saatte Prenses Mariya yanına girdiği zaman o tezgâhının önünde duruyor, bileği biliyordu, her zamanki gibi, dönüp ona bakmadı.
Sonra ansızın, doğal olmayan bir sesle, "Vay! Prenses Mariya!" dedi ve marangoz kalemini attı. Aldığı hızdan, çark hâlâ dönüyordu; Prenses Mariya gitgide sönen ve kendisi için sonraki olaylarda da hep duyulan bu çark gıcırtısını uzun zaman hatırladı.
Prenses Mariya babasına yaklaştı, onun yüzüne baktı ve ansızın içinde bir şeyler çöktü. Gözleri bulandı. Babasının kederli değil, bitkin değil, kendi kendini yiyip bitiren yüzü ona şunu söylüyordu: Dehşetli bir felaket, hayatta rastlanabilecek en kötü felaket, Mariya'nın henüz tatmadığı bir felaket, tamir kabul etmez, akıl almaz bir felaket, sevdiği bir insanın ölümü, başı üstünde sallanmaktadır, ve neredeyse kendisini ezecektir.
"Baba! Andrey mi?" dedi. Hantal Prenses, öyle anlatılamaz bir keder ve kendinden geçişle söylemişti ki bunu, babası onun bakışlarına dayanamadı ve hıçkırarak arkasını döndü, "Haber aldım. Esirler arasında yok, ölüler arasında da yok. Kutuzov yazıyor," diyerek, Prenses'i kovmak istiyormuş gibi acı bir sesle haykırdı, "ölmüş!"
Prenses yere düşmedi, fenalık geçirmedi. Zaten solgundu, ama bu sözü işitince yüzü değişti ve ışıklı güzel gözlerinde bir şeyler parıldadı. Sanki bir sevinç, yüksek bir sevinç, bu dünyanın kederlerinden ve sevinçlerinden ayrı bir sevinç, içindeki o şiddetli kederin üstüne döküldü. Babasından duyduğu bütün korkuyu unuttu, ona yaklaştı, ellerini tuttu, kendine doğru çekti, damarları fırlak kuru boynuna sarıldı.
"Mon père," dedi, "öteye dönmeyin, birlikte ağlayalım."
İhtiyar, yüzünü Mariya'dan uzaklaştırarak, "Alçaklar, reziller!" diye haykırdı, "Orduyu mahvetmek, insanları mahvetmek! Neyin uğruna? Git, git, Liza'ya söyle." Prenses, bitkin bir halde babasının yanı başındaki bir koltuğa yığıldı ve ağlamaya başladı. Şimdi, ağabeyini kendisiyle ve Liza'yla vedalaştığı andaki o şefkatli, aynı zamanda kurumlu haliyle hatırlıyordu. Onu, şefkatle ve alaylı alaylı boynuna tasviri geçirirken görüyordu. İnancı var mıydı? İnançsızlıktan pişmanlık getirmiş midir? O şimdi orada mıdır? Sonsuz saadet ve sessizlik mekânında mıdır, diye düşünüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Savaş ve Barış
General FictionI. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Napoléon'un Rusya'yı işgalini anlatan dev bir savaş romanı, aynı zamanda bir Rusya panoraması. 1800'lerin ortalarında Rusya'nın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullar, ke...