Savaş meydanının cesetlerle, yaralılarla kaplı korkunç manzarası; duyduğu şiddetli baş ağrısı ve şahsen tanıdığı generallerden yirmisinin ölmüş ya da yaralanmış oldukları haberi; sonra, o güçlü kolunun ne kadar zayıfladığını anlaması, Napoléon'u beklemediği kadar etkiledi. Oysa çoğu zaman (hep dediği gibi) ruhsal gücünü sınamak için yaralıları, ölüleri seyretmekten hoşlanırdı. O gün savaş meydanının korkunç manzarası, büyüklüğünün ve yeteneklerinin kaynağı olduğunu zannettiği bu ruh gücünü yenmişti. Savaş meydanından çabucak uzaklaşıp Şevardino Tabyası'na döndü. Yüzü solgun, şişkin, asık; burnu kırmızı; sesi kısık; portatif iskemlesine oturmuş, gözlerini yere dikmiş, silah seslerine istemeden kulak kabartıyordu. Başından beri içinde bulunduğu savaşa kendisini ortak sayıyordu, ama şimdi durduramıyordu ve sonunu kaygıyla bekliyordu. Kişisel, insanca duygular, hayatın onca kulluk ettiği yalancı, yapay yüzüne bir an için üstün çıkmıştı. Savaş meydanında seyrettiği ölümü, acıları, kendi içinde de hissediyordu. Başının, göğsünün ağrısı, kendisinin de ölebileceğini, acı çekebileceğini hatırlatıyordu ona. Şimdi artık ne Moskova'yı zaptetmek ne zafer kazanmak ne de şan salmak istiyordu. Şan ona lazım değildi artık. Tek istediği, dinlenmek, sessizlik ve özgürlüktü. Ama Semyonovskoye Tepesi'ne çıktığı zaman batarya komutanı ona, Koyazkova önlerinde toplanmış olan Rus kıtalarının üstüne açılan ateşi güçlendirmek için bu tepeye birkaç batarya yerleştirilmesi önerisinde bulundu. Napoléon bu teklifi uygun gördü, bu bataryalarla alınacak sonuncun kendisine bildirilmesini de emretti.
Bir yaver geldi, imparatorun emriyle Rusların üzerine iki yüz topla ateş edilmekte olduğunu, ama Rusların hâlâ direndiklerini bildirdi:
"Ateşimizle sıra sıra biçiliyorlar ama yine de oldukları yerde duruyorlar."
Napoléon, kısık bir sesle, "Dahasını istiyorlar..." dedi.
Napoléon'u duyamayan yaver, "Sir?" diye sordu.
"Ils en veulent encore," diye kaşlarını çatarak boğuk bir sesle homurdandı Napoléon, "Yüklenin."
İstediği şeyler, emri olmadan yapılıyor, o ancak, kendisinden emir istediklerini sandığı için emir veriyordu. O eski, yalancı, yapay büyüklük dünyasına dönmüş, zalim, hazin, ağır, insanca olmayan rolünü (dolabı çevirirken kendine yararlı bir iş yaptığını zanneden bir dolap beygiri gibi) uysallıkla yeniden oynamaya başlamıştı.
Olup bitenlerin bütün ağır sorumluluğunu, bu işe katılanların hepsinden daha çok taşıyan bu adamın aklı, vicdanı, yalnız o saat, o gün kararmış değildi; o, ömrü boyunca ne iyiyi ne güzeli ne doğruyu ne de kendisinin iyilikle, doğrulukla taban tabana zıt ve insanca olan her şeyden çok uzak oldukları için içyüzlerini kavramasına imkân olmayan hareketlerini anlayabilmişti. O, dünyanın yarısı tarafından övülen hareketlerinden vazgeçemezdi; bu yüzden de, iyiyi, doğruyu, insanca olan her şeyi inkâr etmek zorundaydı.
Sakatlanmış ve ölü insanlarla dolu (kendisi böyle istediği için bunun böyle olduğunu zannediyordu) savaş alanını dolaşırken bu insanları gözden geçirip bir Fransız'a ne kadar Rus'un düştüğünü hesaplayışı; kendi kendini aldatarak, bir Fransız'a beş Rus'un düştüğünü kestirip bununla sevinmeye kalkışması, bugüne özgü değildi. Elli bin cesedin yattığını gördükten sonra Paris'e gönderdiği mektupta savaş meydanı görkemliydi diye yazmamıştı; ama kendi deyişine bakılırsa, boş zamanlarını yaptığı büyük işlerin açıklanmasına ayırmak niyetinde olduğu Saint-Hélène'de, yalnızlığın sessizliği içinde de şunları yazmıştı:
"Rusya Savaşı, yeni zamanların, halk arasında en ünlü savaşı olabilirdi; bu, sağduyunun, gerçek çıkarların, herkesin rahat ve güvenliğinin savaşıydı, tamamıyla barışsever ve muhafazakârdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Savaş ve Barış
General FictionI. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Napoléon'un Rusya'yı işgalini anlatan dev bir savaş romanı, aynı zamanda bir Rusya panoraması. 1800'lerin ortalarında Rusya'nın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullar, ke...