Rus askerlerinin, içinde bulundukları bu akıl almaz koşullarda (kışlık ayakkabısız, gocuksuz, açıkta, eksi 18 derece soğukta, karda, erzaksız) çok acıklı, perişan göründükleri sanılırdı.
Tersine, ordu hiçbir zaman, en iyi koşullar içinde bile, bundan daha neşeli, daha canlı bir manzara göstermemişti. Bu, sızlanmaya, güç yitirmeye başlayan tüm unsurların atılmasından ileri geliyordu. Fiziksel ve ruhsal bakımdan zayıf kim varsa çoktan geride bırakılmış, geriye bu bakımlardan en sağlam kişiler kalmıştı.
Tahta perdeyi kuran sekizinci bölükte her yerden daha çok kalabalık toplanmıştı. Yanlarında iki başçavuş oturuyordu; ateşleri başkalarınkilerden daha parlak yanıyordu. Tahta perdenin altında oturmaya hak kazanmak için odun getirmek şart koşulmuştu.
Dumandan gözlerini kırpıştıran, fakat ateşin yanından kıpırdamayan kırmızı suratlı, kızıl saçlı bir asker, "Hey Makeyev, neredesin sen... Kayıplara mı karıştın? Yoksa kurtlar mı yedi seni? Odun getirsene!" diye bağırdı. Sonra, "Sen git bari, karga, odun getir," diyerek başka birine döndü.
Kızıl saçlı, bir gedikli erbaş değildi, onbaşı da değildi, ama sağlam yapılı bir askerdi; onun için kendisinden zayıf olanlara emrederdi. Karga diye çağrılan zayıf, ufak tefek, küçücük sivri burunlu er, itaatle kalktı, emri yerine getirecekti; ama bu sırada bir kucak odun taşıyan genç bir askerin ince, güzel silueti girdi ateşin ışık alanına:
"Ver buraya. Önemli kişi!"
Odunları kırdılar, parçaladılar, ateşe koydular, üflediler, kaputlarının etekleriyle yellediler; alev cızıldamaya, çıtırdamaya başladı. Askerler yanaştı, pipolarını yakıp tüttürmeye koyuldular.
Odun getiren genç, yakışıklı asker, ellerini kalçalarına dayadı, soğuktan donan ayaklarıyla hızlı hızlı yerinde zıplamaya başladı.
"Ah, anacığım, soğuk, kırağı, ama iyi, silahşor..." diye sanki hıçkırığı tutmuş gibi her hecede duralayarak bir şarkı tutturdu.
Kızıl saçlı asker dans eden askerin ayakkabılarının altının sarktığını görünce, "Hey, ayakkabılarının tabanları sarkıyor!" diye bağırdı. "Şuna bakın, dans ediyor!"
Dans eden asker durdu, sarkan köseleyi koparıp ateşe attı, "Ya, ya kardeş," dedi; oturup çantasından bir parça mavi Fransız çuhası çıkardı, ayağını sarmaya başladı. Sonra ayaklarını ateşe uzatarak ekledi: "İkisi de hapı yuttu."
"Yakında yenilerini verecekler. İşlerini tamamıyla bitirelim, herkese ikişer takım, diyorlar."
"Bak şu Petrov köpeğine, geri kaldı," dedi başçavuş.
Başka biri, "Ben çoktandır bunun farkındaydım," dedi.
"Eh ne olacak, asker müsveddesi..."
"Üçüncü bölükte dün dokuz kişi yoklamada yok diyorlardı."
"Ama düşün, ayaklar donunca nasıl yürürsün?"
"E, bırak gevezeliği!" dedi başçavuş.
Yaşlı bir asker, ayaklarının donduğunu söyleyen askere dönerek, azarlayıcı bir tavırla, "Yoksa senin canın da öyle mi istiyor?" dedi.
Karga diye çağrılan sivri burunlu asker birden ateşin yanından kalkarak ince ve titreyen bir sesle, "Ne sanıyorsun ya?" dedi. "Biraz şişman olan böyle zayıflıyor, zayıf da ölüyor. Bakın bana. Takım kalmadı." Ansızın kararlılıkla başçavuşa dönerek ekledi: "Beni hastaneye gönder; romatizma beni bitirdi. Yoksa ben de ötekiler gibi yolda kalacağım..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Savaş ve Barış
General FictionI. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Napoléon'un Rusya'yı işgalini anlatan dev bir savaş romanı, aynı zamanda bir Rusya panoraması. 1800'lerin ortalarında Rusya'nın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullar, ke...