Bir saat sonra Dunyaşa, Prenses'in yanına girerek Dron'un geldiğini ve bütün mujiklerin, ambarın önünde toplandıklarını, kendisiyle konuşmak istediklerini haber verdi.
Prenses Mariya, "Fakat ben onları çağırmadım," dedi, "ben sadece Dronuşka'ya onlara buğday dağıtmasını söyledim."
Dunyaşa, "Tanrı aşkına Prensesim, emredin de onları kovsunlar, oraya gitmeyin. Bütün bunlar yalnızca bir hile," dedi, "Yakov Alpatıç gelince gideceğiz... Sakın çıkmayın..."
"Ne hilesi?" diye sordu Prenses.
"Sormayın, biliyorum ben, beni dinleyin, Tanrı aşkına. İşte, dadıya da sorun. Emrinizin dinlemedikleri, gitmeye razı olmadıkları söyleniyor."
Prenses Mariya, "Sen ne söylediğini bilmiyorsun. Ben hiçbir zaman gitmeleri için emir vermedim ki..." dedi. "Dronuşka'yı çağır."
İçeri giren Dron, Dunyaşa'nın sözlerini doğruladı: Köylüler Prenses'in emriyle gelmişlerdi.
Prenses, "Ama ben onları hiçbir zaman çağırmadım," dedi, "sen herhalde emirlerimi onlara yanlış bildirdin, ben sadece onlara buğday vermeni söyledim."
Dron yanıt vermedi, içini çekti, "Emrederseniz giderler," dedi.
"Hayır, hayır, onları göreceğim."
Dunyaşa ile dadının yalvarmalarına rağmen Prenses Mariya dışarı çıktı. Dronuşka, Dunyaşa, dadı ve Mihail İvanoviç onu takip ediyorlardı.
Prenses Mariya içinden, "Herhalde yerlerinde kalsınlar diye buğday teklif ettiğimi, onları Fransızların eline bırakıp gideceğimi düşünüyorlar," dedi, "Moskova yakınındaki malikânede aylık zahire ve ev vaat edeceğim; eminim André benim yerimde olsa daha çoğunu yapardı."
Prenses Mariya, karanlıkta ambarın önündeki çimenlikte duran kalabalığa yaklaşırken böyle düşünüyordu.
Kalabalık sıkışarak dalgalandı, şapkalar hızla çıkarıldı, Prenses Mariya, gözlerini indirip ayaklarını eteğine dolayarak onlara yaklaştı. Gözler ona dikilmişti, karşısında o kadar çeşitli yüz vardı ki birini bile görmüyor, hepsiyle birden konuşması gerektiğini hissederek ne yapacağını bilmiyordu. Babasının ve kardeşinin temsilcisi olduğunu düşünmek on güç verdi yine, cesaretle söylevine başladı.
"Gelmenize çok sevindim," diye söze başladı; gözlerini kaldırmıyor, kalbinin nasıl hızla ve şiddetle çarptığını hissediyordu, "Dronuşka, bana savaşın sizi perişan ettiğini söyledi, bu bizim ortak felaketimizdir; size yardım etmek için hiçbir şey esirgemeyeceğim. Ben de gideceğim, çünkü burada kalmamız tehlikeli... Düşman yakında... Çünkü size her şeyi vereceğim, dostlarım; rica ederim her şeyi, yoksulluk çekmemek için bütün buğdayımızı alın, buğdayı burada kalın diye veriyorum demişlerse size, bu doğru değil. Ben, tersine, bütün mallarınızla Moskova yakınındaki malikânemize gitmenizi rica ediyorum; orada, size söz veriyorum yoksulluk çekmeyeceksiniz. Size ev de, buğday da verilecek."
Prenses durdu, kalabalıktan yalnız derin nefesler duyuluyordu.
"Bunu kendiliğimden yapmıyorum," diye devam etti Prenses, "bunu, size iyi bir efendi olan rahmetli babamın, kardeşimin ve onun oğlunun adına yapıyorum."
Yine durdu, kimse sessizliği bozmadı.
"Felaketimiz ortak, her şeyi yarı yarıya bölüşeceğiz, benim neyim varsa sizindir," diyerek karşısındakilere baktı.
Herkes ona bakıyordu, ne düşündüklerini anlayamıyordu Prenses. Bu bir merak, bağlılık, minnettarlık yahut korku ve güvensizlik ifadesi miydi, anlaşılmıyordu; ama hepsi aynı ifadeyle bakıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Savaş ve Barış
General FictionI. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Napoléon'un Rusya'yı işgalini anlatan dev bir savaş romanı, aynı zamanda bir Rusya panoraması. 1800'lerin ortalarında Rusya'nın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullar, ke...