Shab Afaridi- Ghazal Shakeri
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Ahmed Arif.......
Beyaz, ince bir ipek kumaş.
Bir kısmı kızıl şarabın gazabına uğramış bir şekilde leke taşırken titreyen parmak uçlarımla, yıllarca sökmeye çalışsam da temizlenmeyecek o lekeyi çıkarmaya çalışıyordum. Tıpkı, beynimin kuytularına, kalbimin en acı çeken kısımlarına nakış nakış işlenen zifiri lekeler gibi.
İpek gömlek ellerim arasında yıpranıp buruşuyor lakin içine işlemiş lekesi bir an olsun temizlenmiyordu. Çırpınışlarımdan geriye kalan, eski güzelliğini ve kalitesini kaybetmiş kumaşın kırışmış görüntüsüydü.
Ciğerlerimde çaresiz bir nefes isteği baş gösteriyor, beni, daha fazlası için zorluyordu. Ardına dek açık kalan camdan içeriye süzen temiz hava sıkışan ciğerlerime kâr etmiyor, küçücük odanın ortasında çırpınmama sebep oluyordu.
Puslu bir hayal gibi görünen gizli sevdam, en olmadık zamanda, en korktuğum insanın diline düşüyordu. Ne sanmıştım ki? Hiç kimse bunu öğrenmeyecek mi? Hissetmeyecek mi?
Dışarıdan bir kez olsun kendimi izleyebilseydim eğer, Theon'a olan bakışlarımın normal olmadığını, bir erkeğin başka bir erkeğe böylesine tutkulu bakmadığını fark ederdim. Lakin öylesine kör olmuştum ki, kendimi toz pembe bir düşe inandırmıştım, oysa ki, sevdamı olması gerektiği gibi herkesten gizlediğimi düşünürdüm.
Bir gece vakti kapıma uğrayan sinsi şehvetim yüzünden, bize ait olmayan bir yerde, bize ait olmayan bir odada, kendimi kaybetmiştim. Birinin bizi yakalayabileceği korkusunu göz ardı ederek yapabileceğim en büyük hatayı yapmıştım.
O gece, Prenses odaya geldiği vakit orada olduğumu gördüğü halde hiçbir şey olmamış gibi sessiz durmuştu. İsteseydi, o sırada beni Theon'un yanında da ifşa ederdi fakat aklında dolanan tuzaklar çok başkaydı. Amacı başkaydı.
Bilmiyordum, sebebi beni ürkütüyordu lakin amacının ne olduğunu çözemiyordum. Kırılmaz bir kürenin içerisinde hapsolmuş gibiydim. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi hiç bilmiyordum.
Titreyen parmaklarım elimdeki kızıl şarap dolu kadehi tutamamışken bütün şarabı ipekten işlenmiş gömleğimin üzerine dökmüştüm ve kendimi kaybetmiş gibi saatlerdir o lekeyi çıkarmaya çalışıyordum lakin çabam nafileydi. Biliyordum, ne yaparsam yapayım o leke çıkmayacaktı.
Kendimi ve Theon'u koruma yolları düşündükçe bomboş bir yola varıyordum. Biri duyacak korkusuyla geride durmayacaktım. Prenses tehlikeli olabilirdi lakin henüz yeni kazandığım Theon'a bir zarar gelmemesi için ne gerekiyorsa yapacaktım. Onun üzülmesine dayanamazdım.
Gecenin karanlığında, adımlarım ahşap zemini döverken hiçbir şey umrumda değildi o an. Tek isteğim biran önce Theon'a ulaşabilmekti. Üst kata çıkıp koridor boyunca onun odasına doğru ilerlerken omuzlarımı dikleştirip kapısının önünde beklemiştim. Birkaç kez tıklattığım kapıdan komut alamayınca yavaşça içeri adımlamış, birkaç mumun aydınlattığı odada yatağında mışıl mışıl uyuyan prensi görmüştüm. Beni beklerken uyuyakalmış gibiydi. Zira, üzerine ince bir örtü bile çekmemişti.
Yüreğimi döven korku aniden kaybolup yerini şefkate, aşka ve hasrete bıraktığında yavaşça yatağına, ayak ucuna oturmuştum. Bacaklarını kendine doğru çekmiş, ellerini başının altında birleştirmişti. Yastığa değen yanağından dolayı dudakları öne doğru büzülmüştü. Masum ifadesinden dolayı dudaklarımın gerildiğinden bile bihaberdim. Onu izlerken bütün sıkıntılardan arınıyordum. Huzurlu ifadesi benim de içimi huzurla dolduruyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PORTO || Taekook
Fanfiction"Gel Ey alacakaranlık! Ey keskin bakışlı serçe! Gel benim küçük masumiyetim, karanlık ışığım, apaçık isyanım, huzursuz uçuşum. Kal! Kal ki seni köklendireyim. Benim yolculuğum, dünüm, bugünüm." -violoncelle