What A Heavenly Way To Die- Troye Sivan
Eylüldü.
İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,
Şimdi yoktu bi anlamı suskunluğun.
Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde.
Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım.
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ.
Gözlerini sildi zaman..
Dedim ya… Eylüldü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.
Cemal Süreya- Eylüldü.......
Bayırlar ve büyüklü küçüklü tepeler kahverenginin ıslak bir rengine bürünmüş, ağaçlar son yapraklarını salıvermişti. Sonbaharın ortasında, keskin soğukların başlangıcındaydık. Theon'un son geldiği günün üzerinden üç hafta geçmişti.
Üç hafta, iki gün ve birkaç saat.
Bu süre zarfında, arada bir askerlerini beni kontrol etmeleri için gönderiyor, beni yalnız bırakmamaya çalışıyordu. Kendisi gelemiyordu. Orada nelerle uğraştığını bilememek ve ona yardım edememek, el uzatamamak o kadar acı verici bir histi ki, kör zincirlerle bu ormanın ortasına kurulan eve hapsolmuş gibi hissediyordum. O gittiğinden beri tek yaptığım sabah uyanır uyanmaz atımla ormanı dolaşmak, fazla uzaklaşamadan yeniden eve dönmekti. Tanıdık olmasa bile birilerinin beni görecek olması beni ürkütüyordu. Theon söz verdiği gibi her şeyi yoluna koymadan kimselere görünmek istemiyordum.
Güç bela ağzından birkaç laf aldığım askerin dediklerine göre Batı yakasında durumlar karışıktı. İnsanlar başlarında bir kral istiyordu. Theon'u bunun için zorluyorlardı aksi takdirde Doğu'nun kralı Batı'yı devralacaktı. Babasından yadigar kalan topraklarını korumak için ne türlü zorlu savaşlar verdiğini hissedebiliyordum. Bütün bunları düşününce omuzlarıma binen yük onun acıları karşısında toz tanesi kadar değersiz kalıyordu.
En başından beri bütün zorluğa göğüs geren oydu. Ben yetim ve kimsesiz bir adamdım. Hor görülsem, itilip kakılsam bile buralardan çekip gidebilirdim fakat o bir halkın umut bağladığı, Batı Porto'nun biricik ve gözde Prensiydi. Sorumlulukları vardı, evlenmesi gereken bir kadın, onu bekleyen bir taht ve yeni ülkeler fethetmeye hazır olan ordusu vardı. Aramızdaki fark Alp Dağları kadardı. Korkuyordu fakat bir o kadar da korkusuzdu. Bilirdim, babasına ve halkına verdiği sözler olmasa, hiç kimseyi umursamadan ellerimi tutup beni ne çok sevdiğini herkese haykırırdı. Oysa ben korkaktım. En çok da ona bir şey olacak korkusuyla yanıp tutuşuyordum. Birilerinin bizi öğrenmesi ölüm demekti. Bu sefer dünyanın öbür ucuna sürülsem dahi kavuşmama izin vermezlerdi. Acımasızlardı. Ölümle, kör kılıçlar veyahut zehirlerle ayıracaklardı bizi. Bizim gibilerin bu dünyada yeri yoktu.
Kuzguni saçlarını rüzgarda özgürce savuran atımın hoyrat dövüşlerine kaptırmıştım kendimi. Rüzgar yüzümün her yanını, saçlarımı ve bedenimi okşayıp geçiyordu. Ağaçların arasında hızla süzülüyordum. Evimden uzaklaşıyordum. Öyle kapılıp gitmiştim ki durmam gerektiğini bile unutmuştum. Sağ tarafımda rüzgarın hızıyla dalga dalga akan nehir, sol tarafımda yaşlı çıplak ağaçlar ve önümde uzun, sonu olmayan bir yol ile nereye gideceğimi, nerede dinleneceğimi düşünmeden ilerliyordum. Üşüyen parmaklarım atımın yularını sımsıkı sarmıştı. Livre, özgürlüğüne kavuşmuş olmanın verdiği hazla hızını alamıyordu. Nefesleri hırçın ve hızlıydı. Benden bir farkı yoktu. Duracağı yeri bilmiyordu.
Saatler sürdü. Güneş gri bulutların arkasına saklandı. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Evden oldukça uzaktaydım. Tepenin ardındaki küçük köyü görebiliyordum. Yağmur fırtınaya dönmeden eve dönmek için yola koyuldum yeniden. Geldiğim yolu daha hızlı ve soluksuz bir şekilde alırken, eve ulaştığımda kulakları uğuldatan asi fırtına başlamıştı bile. Bütün kıyafetlerim durmak bilmeyen yağmurun altında sırılsıklam olmuştu. Çevik hareketlerle Livre'yi ahıra götürdükten sonra hızla içeri girdim. Sıcak kulübe üşüyen uzuvlarımı rahatlatırken karanlığı aydınlatmak için köşede duran gaz lambasını yakmıştım. Karanlık tamamen çökmüş vaziyetteydi. Bulutlar müthiş bir hızla çarpışıyor ve her yeri aydınlatıyordu. Birkaç saat gecikmiş olsaydım eve varmam çok zor olurdu. Neyse ki çabucak gelebilmiştim. Odadaki üç gaz lambasını yaktıktan sonra duvarın kenarında duran odunları şömineye dizip ıslak kıyafetlerimi çıkarmıştım. Birkaç dakika sonra evin içerisi sımsıcak olmuştu. Fırtınanın şiddetiyle pencereye çarpan yağmur ve şöminede çatırdayan odun sesiyle mayışıp uzandığım yerde uykuya dalmıştım. Bugün uzaklara sürmek iyi gelmişti. Hapis gibi yaşadığım hayattan bir nebze olsun sıyrılmış gibiydim. Bana sunulan kısıtlı özgürlüğümün keyfini çıkarmaya çalışıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PORTO || Taekook
Fanfiction"Gel Ey alacakaranlık! Ey keskin bakışlı serçe! Gel benim küçük masumiyetim, karanlık ışığım, apaçık isyanım, huzursuz uçuşum. Kal! Kal ki seni köklendireyim. Benim yolculuğum, dünüm, bugünüm." -violoncelle