Vancouver Sleep Clinic - The Wire
"Bunu gece günlüğüme yazacağım."
"Neyi?"
"Ateşten yananın ateşe doymadığını."
Dorian Gray'in Portresi - Oscar Wilde.......
Saatlerdir, boğazıma dizilen her heyecanlı soluğumu aciz bir yutkunuşla def edip, onun, heybetli atının savurgan adımlarını takip etmeye çalışıyordum. Saraydan ayrılalı birkaç saat olmuştu bile. Karanlık tamamen çökmüştü. Rüzgar yoktu lakin hızını kesmeyen atlarımızın hoyrat koşuşları, ılık ılık esen meltemin ince soğuğunu kirpiklerime dek hissetmeme sebep oluyordu. İçinden kayıp geçtiğimiz orman sessizliğe gömülmüştü. Uzaklardan gelen kurtların sesi, koca ormanda tek gürültüydü.
Theon hızını artırmaya devam ediyor, bir an önce kulübeye varmak istiyordu. Saraydan çıktığımız andan beri tek bir kelime dökülmemişti dudaklarından. Öfkeliydi, kırgındı ve bilhassa şaşkındı. Diline dolanıp da aklını kurcalayan nice soru vardı fakat hiçbirini dile getirmemeye ant içmiş gibiydi. Saraydan ayrıldığımız andan beri bir kez olsun arkasına dönüp tozu dumana kattığı yola bakmamıştı. Kaçıyor gibiydi, saraydan, üzerine binen yükten, Generalden, ağabeyinin varlığından. Ne yapacağını bilemiyor gibiydi.
Birkaç adım arkasında duran atımı ilerletip yamacına varmışken gözlerimi karanlık ormanda gezdiriyordum. Sessizlik ürkütücüydü. Ağaçların arasından vahşi bir hayvan veya niyeti bozmuş eşkıyaların çıkması olası bir durumdu. Boynunu büküp bütün yapraklarını sonbaharın kasırgasına kurban eden kavak ağaçlarının arasından geçerken öteden görülen, gökteki dolunayın parlattığı nehri görmemle beraber kulübeye yaklaştığımızı anlamıştım. Ağaçlar azaldıkça nehirin göz alıcı rengi daha da belirgin oluyordu. Dolunayı gövdesinin ortasına almış, narin narin salınan dalgalarıyla bir şaheser koymuştu ortaya.
Theon'un da nehri fark etmesiyle beraber atlarımız hızını yavaşlatmış, geniş gövdeli ağaçların seyrekleştiği düzlüğe varmıştık.
Gecenin karanlığında seçemediğim yüzünü izlemeye çalışırken heybetli sırtının hızla inip kalktığını görür olmuştum. Kendini kaybetmiş gibi beyaz atını sürerken nefes almayı dahi unutmuş gibiydi. Onun yüreğini döven bu sebepsiz kaçışının sebebini çok iyi anlıyordum. Kaçıp sığındığı tek yerin kollarımın arası, yıkık dökük fakirhanem olması ise, en canımı alan kısımdı.
Uzun, düzlüğe uzanan yolun sol kenarında narince akan nehri izlerken kesik kesik nefesleri arasından "Burası ilk kez bu kadar durgun." diye fısıldadı.
Derin bir nefesle devam etti: " Ağaçlar durgun, gök durgun, yaprakları söke söke alıp götüren rüzgarlar bile durgun."
Karanlığın örttüğü kalın sesini işitirken, bakışlarımı onun gölgeli silüetinden ayırıp karşımızda boylu boyunca uzanan nehri izlemiştim. Gerçekten bugün öylesine durgun ve sessizdi ki, yılın her mevsiminde kıyılarını hoyratça darbelerle aşındıran dalgalardan eser yoktu. Günlerdir sürekli yağıp duran yağmurdan nasibini almış gibi dolgunlaşıp çoğalmış, normalde üstünü örtemediği bütün kayalıklara örtü olmuştu. Gökte parıl parıl parlayan dolunayın getirisi de çoktu bilhassa. Durgunluğuna tezat, gideceği yöne büyük özlem duyarmış gibi sabırla akıp gidiyordu.
Theon'un sessizliği bozan sözlerine bir cevap verme zorunluluğu hissettiğimde bakışlarımı aheste aheste onun durgun bedenine çevirmiştim.
"Tıpkı sizin gibi." Diye fısıldamıştım. "Sizin gibi sessizliğe gömülür olmuş her yer."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PORTO || Taekook
Fanfiction"Gel Ey alacakaranlık! Ey keskin bakışlı serçe! Gel benim küçük masumiyetim, karanlık ışığım, apaçık isyanım, huzursuz uçuşum. Kal! Kal ki seni köklendireyim. Benim yolculuğum, dünüm, bugünüm." -violoncelle