Black out days - Phantogram
Canlı tutulan öfke ve düşmanlık duygusu halka açlığını unutturur.
C. Chaplin.......
Onun kendi dünyasının perdesini usulca aralayıp içinde yaşadıklarını bana biraz olsun gösterişinden sonra aramızda gözle görülür bir samimiyet başlamış gibiydi. Ya da ben öyle hissediyordum, bilmiyorum, onun sabahları şen şakrak sesiyle "günaydın" deyişleri, sözümü her daim dinlemesi ve benimle sohbetler etmesi onu tanıdığım birkaç haftalık süreçte pekte alışık olmadığım bir durumdu.
Birinin karakterini veya yaşam biçimini çok kısa sürede bile anlayabilirdiniz. Kendini ne kadar gizlerse gizlesin, sinsi bir rüzgar ona fark ettirmeden yüreğinin perdesini havalandırırdı. Yaşadığı şeyler, aldığı yaralar, ailesinden uzak kalışı ve bilhassa sıcak duşun mayhoşluğunun tesirindeyken daha sonrasında pişman bile olsa bana kendini anlatmıştı. Tek bir cümle, küçücük bir detay onun yaşamına dair duyduğum ahlaksız merakımı bine katlamıştı.
Gösteriş ve bolluk içinde büyümesine rağmen içinde bir yerlerde çocukluğunu yaşayamamış o masum gencin yanık ıslıklarını duyabiliyordum. Uzaktan uzaktan, efsunlu sesiyle, kızıl dudaklarından dökülüyordu nağmeler. Ona ulaşmak istiyordum, yetişmek istiyordum.
Sebebi ne olursa olsun, onunla geçirdiğimiz bol sancılı şu birkaç hafta artık tamamen hayatımın bir anlamı haline gelmişti. Onu ve tutarsızlığını, öfkesini, uykusunu benimsemiştim. Gelecekte neler olacağını bilmiyordum. Onu öldürmeye çalışanları bulduktan sonra görevim de sona erecekti ve yeniden özgür olacaktım. Yeniden küçük kulübesinde sessizce yaşayan bir avcı olacaktım. Hepsi bundan ibaretti ama ben onun dudaklarından çıkan tek bir cümleyi ferman sözü haline getiriyordum.
Prens evime geldiği günden beri hoyratlığım, dik başlılığım, uslanmaz hırsım bir bir kum gibi ufalmıştı. Ona olan öfkem ancak kendi yıkık dökük odama girdiğimde kendini gösteriyordu. Onun etrafında, soluduğu aynı havayı içime çekerken bedenim ve dilim zincirleniyordu, korku da değildi bu, adını koymaya cesaret edemediğim bir şeydi.
Ve yine aynı şeyleri yaşıyordum. Onun yanı başında duruyor ve birdenbire kabaran öfkesi karşısında sessiz kalıyordum. Kafayı yemiş olmalıydım ki artık hastalığını iyice üstünden atıp ayaklanan prensin öfkesini dindirmek adına devirip durduğu ilaç şişelerine sesimi çıkaramıyordum.
Önce nane yağları, gül yağları, pirinç özü yağları ve zor bela topladığım kasımpatı yağları yerle yeksan olup geride zeminde kaygan bir görüntü ve ağır bir koku bırakırken demir gibi kilitlenen çenemi bir an olsun açmıyor, onu durdurmaya çalışmıyordum. Yaptığım tek şey kapının önünde, bana bir zarar gelebilme olasılığına karşın dikkatle beklemekti.
"Lanet olsun!"
Hızlı soluklar arasından dökülen kesik kelimelerini ilk birkaç saniye anlayamamıştım. Bir şey dememe fırsat tanımadan eline geçirdiği ve odada kırılıp dökülmeyen ne kaldıysa devirmeye başladı. İçlerinden canımı en çok yakan şey yabani sakız otundan hazırladığım ilaçtı. Onun için günlerce Kara Vadiye gitmem gerekmişti. Boynu bükük bir şekilde yerlere saçılan ilaçlarımı izliyordum.
Onu durdurmak gibi bir niyetim yoktu çünkü dindiremediği öfkesini bizzat üzerimde kullanır, kaderimi yerdeki ilaç şişeleri ile aynı kılardı. Ama eli rafın en yukarısında duran pirinçten yapılmış küçük kutuya gittiğinde bedenim kontrolüm dışında hareketlenmişti bile.
"Durun!"
Öfkeden kızaran gözlerini bana çevirdi.
"Lütfen durun, onu kıramazsınız."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PORTO || Taekook
Fanfiction"Gel Ey alacakaranlık! Ey keskin bakışlı serçe! Gel benim küçük masumiyetim, karanlık ışığım, apaçık isyanım, huzursuz uçuşum. Kal! Kal ki seni köklendireyim. Benim yolculuğum, dünüm, bugünüm." -violoncelle