Akşam yemeği için annesine gelmişti Eylül. En önemli kısım ondaydı: Yemek sonrası orta Türk kahvesi. Annesiyle yapacağı dedikodunun olmazsa olmazıydı kahve ve Eylül'ün en iyi yaptığı şeydi. Yemekteki başarısızlığını kahveyle örtüyordu.
Kahveleri yapıp getirdi Eylül. Eylül'ün annesi Sevda Hanım her zamanki gibi eski tekli koltuğunda oturuyordu. Yaşına göre çok gençti Sevda. Bitmeyen o iyimser enerjisi ve o kibar konuşmasıyla dikkatleri çeken biriydi. Eylül'ün gelmesiyle açık televizyonu kapattı. Dikkati tamamen kızındaydı. Heyecanla "Ee biraz daha anlat Jülide'yi. Öyle geçiştirmek olmaz. Nasi biri? " dedi.
Eylül gülümsedi. Tam olarak ne atlatacağını bilmiyordu. Çünkü ortada tam olarak adı konmuş bir şey yoktu. Hisler vardı sadece. Ama şimdiye kadar her şeyini annesiyle paylaşan biriydi o. Gizlisi saklısı yoktu. Annesi onun en iyi arkadaşıydı ve onun akıl danıştığı kişiydi.
"Bilmiyorum anne herkes bir şeyler diyor sorunca ama benim yanımda onlardan çok farklı sanki. Bir bakışı var... " dedi Eylül. Devamını getiremedi onu anlatacak cümle yoktu. Gözlerinin içi gülüyordu. Bu her şeyi anlatıyordu.
"İnsanlar abartıyorlar çoğu zaman ama kalp gözünle bakıyorsan o da abartabiliyor. Dikkatli olmak lazım" dedi annesi. Bir yandan kızının mutluluğu ile mutlu bir yandan endişeliydi. Çünkü gerçekten kalp sevdi mi göz bir şey görmez oluyordu.
"İnsanlar bu sefer çok yanılıyor olabilir. Çünkü onun kapalı bir yanı var. Böyle korkuyor gibi. İncinmiş gibi. İnsanlardan kaçan bir tarafı var gibi. Kötü biri değil o" dedi.
"Sen öyle diyorsan öyledir doktor hanım." dedi Sevda kızına güvenerek.
"Anne!" dedi kaşlarını çatarak hafiften. Psikiyatrist olması bir şeyleri değiştirmiyordu. Anneside bunu biliyordu ama değinmeden edemiyordu.
"Tamam tamam ben sadece kızımın hislerine güveniyorum diyorum." dedi gülümseyerek ve ekledi merakla:
"Ailesinden bahsetti mi?" dedi.
"Üstü kapalı bahsetti, ailesiyle iletişimini kesmiş." dedi.
"Niye?" dedi şaşkınlıkla.
"Sanırım yönelimini kabul etmemişler" dedi.
"Kaçıncı yüzyıldayız neyi kabullenememişler acaba!" dedi sinirle.
Kızının ona bunu söylediği ilk gün gelmişti aklına. Nasıl korkmuş olduğunu hatırladı. Nasıl konuşamadığını hatırladı. İki kelimeyi bir araya getirmekte zorlanmıştı Eylül ve Sevda onu hiç böyle görmemişti. Her zaman kendine güveni tam bir kadındı Eylül. Her şeyi kolayca anlatırdı annesine. Başına daha kötü bir şey geldi diye korkmuştu. Eylül söylediğinde ona sımsıkı sarılmıştı. Onun için bunu kabul etmek diye bir şey olmamıştı. Düşünmemişti bile. Kızını canından çok seviyordu ve her ne olursa olsun sevmeye devam edecekti.
"Herkes senin gibi değil sultanım" dedi Eylül.
Bir süre sessizlik oldu sonra Sevda :
"Yemeğe davet etsene Jülide'yi" dedi
"Bunun için çok erken anne" dedi Eylül.
"Kerim bile geliyor canım o gelmiş çok mu? Arkadaşın olarak gelir, tanışırız. Hem babanıda çağırırız. Aile yemeği yemiş oluruz beraber." dedi. Eylül annesinin amacının sadece tanışmak değil, Jülide'ye bir aile sıcaklığını azda olsa verebilmek olduğunu anlamıştı. Bu kadını gerçekten çok seviyordu Eylül. Sarılıp yanağından öptü.
Ertesi gün Jülide işten sonra arabasını orada bırakıp yürümeye karar verdi. Çok bunalmıştı. Biraz hava almak iyi gelecek gibiydi. Kulaklığını taktı. Bir sürü çalma listesi vardı. Hepsinin değişik bir adı ve anısı vardı. Bazılarına eli gitmiyordu hala. Rastgele birini açtı. Kendini dış dünyadan soyutladı müzikle beraber. Sadece o ve hayal dünyası vardı. Müziğin ritmine göre adımları değişiyordu. Bilerek yolunu uzatıp sahil kenarında oyalandı biraz. Uzun zamandır buralara uğramıyordu. Temiz havayı içine çekti. Rahatlamıştı biraz. Tekrar yürümeye başladı. Eski bir apartmanın önünde durdu. 3 kata çıktı. Kafasında hala konuşacakalarını düşünüyordu. Biraz geçte olsa kapıyı çaldı. Bir kadın açtı. "Hoşgeldiniz Jülide hanım" dedi. İçeri geçti, bekleme salonundaki koltuklardan birine oturdu
Yıllar sonra aynı yerdeydi. Hala aynı güzel koku vardı. Her şey çok düzenliydi. Duvarlarda aynı imzayla farklı tablolar vardı. Kalkıp onlara baktı. Hepsini inceledi. Zaman vardı daha. Camdan dışarı baktı. Bu manzaranın ona huzur veren bir yanı vardı. Onu izlerken sekreter seslendi, içeri geçti.
Yaklaşık kırk yaşında bir kadın gülümseyerek karşıladı onu:
"Uzun zaman oldu hoş geldin Jülide" dedi kadın.
"Hoş mu geldim gelmedim mi pek bilemiyorum Elçin Hanım" dedi Jülide çekinceyle.
Yıllar önce her şeyden vazgeçmişti. O yüzden psikoloğuyla ramdevularınıda anlamsız bulmuştu ama sonunda aynı yerdeydi.
Her zamanki gibi Elçin'in sağındaki koltuğuna oturdu. Odaya göz attı. Değişmişti. O bakınırken Elçin söze girdi:
"Seni buraya getiren ne peki?"
"Beni buradan ayıranla aynı şey: Aşk" dedi Jülide gözlerini kaçırarak.
"Açar mısın biraz daha?" dedi Elçin. Eline kalemini almıştı. Bu durumdan hoşlanmıyordu Jülide. O yüzden hep başka taraflara bakarak konuşuyordu:
"Aşk... Seni dünyanın en mutlu insanı yapabilir ama aynı zamanda onla seni öldürebilir. Burayı bıraktığımda onla ayrılmıştık. Her şey bitmişti. Sadece onu değil her şeyimi kaybetmiştim. Aslına bakarsanız ölmek istemiştim o zamanlar. Ve bu yüzden terapiyi bıraktım. Ölmek isteyen birinin terapiye gitmesinin bir anlamı yoktu. Ama ölmedim. Bir şekilde hayatta kalmaya çalıştım. İşimle meşgul ettim kendimi. Mert vardı. Onun çocuğu oldu. Hala oldum yani. Zamana bıraktım sizin dediğinizin aksine. Her şey hafiflemişti sanki, iyi gittiğime inanmıştım. Sonra o geldi. O kadar tatlı biriki onu sevmemek imkansız... O duyguları tekrar hissetmeye başlayınca zamanın altına süpürdüğüm korkular, anılar tekrar gelmeye başladı. Zaman gerçekten hiçbir şeyi iyileştirmiyor Elçin Hanım. Sadece başka bir an gelene kadar saklıyor ve öylece tekrar çıkarıyor karşına. Ne yapmam gerekiyor bilmiyorum... Mutlu olmak istiyorum ben sadece ama bunu başka birinin mutsuz ederek yapamam." dedi çaresiz bir şekilde.
Kendini toplamak istiyordu Jülide. Geçmişiyle, onla yaşayamazdı artık. Bu kendisi için yeterince acı olmuştu. Geçmişiyle tamamen vedalaşıp geleceğe bırakmak istiyordu kendini...
