On Sekizinci Bölüm

298 45 51
                                    

Bu hislerimi tarif etmek... Hangi kelime ya da hangi cümleler yetebilirdi buna? Sanırım hiçbiri, hiçbir şey. Ne yaşıyordum şu an ben? Ne hissetmeliydim?

Erkek arkadaşım geldiği için mutlu mu olmalıydım? Beni bırakıp giden, korkak, beni aldatan ve aslında beni hiçbir zaman sevdiğine inanmadığım erkek arkadaşım...

Ne hissetmeliydim Tanrım? Neden mutlu değildim? Neden beni Josef'ten kurtaracağı için mutlu hissetmiyordum? Neden şu an Jungkook gelmediği için sevinemiyordum? Neden oturup bağıra çağıra ağlamak istiyordum?

Gerçek dolu bir rüyadan uyanmış gibiydim. Birkaç gün yaşadığım sahtesizlik sanki dünyanın gerçekten böyle bir yer olduğuna inandırmıştı beni. Sanki tüm sahtelikler bitmişti. Sanki benim gerçekten mutlu bir hayatım vardı ve sanki etrafımdaki hiç kimse rol yapmıyordu. Buna inandırmıştım kendimi. Jungkook sayesinde.

Ama şimdi öyle olmadığını anlamıştım işte. Bu gerçek yeniden yüzüme çarpmıştı. En sert haliyle. O buradaydı. Hayatımdaki belki de en sahte insan. En iyi rol yapan insan... Beni sevmeyen, beni aldatan ama bana delicesine aşıkmış gibi davranan o insan...

Haksızlık yapmayacağım ve sadece onu suçlamayacağım. Rol yapan ya da sahte davranan yalnızca o değil. İtiraf etmeli miyim? Tanrım... Başından beri biliyorum zaten. İkimiz de biliyoruz. Ne o beni seviyor, ne de ben onu. Ama bilirsiniz, mükemmeller her zaman mükemmeler içindir. İkimizde buna inanarak birlikteydik. Onu sevdiğim için ya da ona aşık olduğum için değildi işte. Çok yakışıklı olduğu ve maddi durumu beni kaldırabileceği içindi. Bunu o da biliyordu.

Bu yüzden o yalancı ve sahteyse, ben de sonuna kadar yalancı ve sahteydim.

Doğduğum ilk andan beri, olmak zorunda olduğum kişi gibi.

Gerçeklik bitmişti Aurora.

Sonunu öğrenemediğin masalın bitmişti.

Yeniden maskeni takma zamanı.

"Lenslerini mi değiştirdin sen?" Ses tonu beni içinde boğuştuğum karmaşadan çıkarmıştı. Söylenirken daha fazla yaklaştı bana. Ben ise olduğum yerde kalmış, buz kesilmiş bir halde ona bakıyordum. "Gerçek göz rengin mi? Vay, yeşil!" tuttuğu tekerlekli bavulun kolunu bıraktı. Ben konuşmadan kendi sorusunu cevaplamıştı.

"Evet." Diyebildim zorla çıkan bir sesle.

"Sen özlemedin mi beni?" yaşadığım şoku acil üzerimden atmam lazımdı. Arthur gelmişti. Evet, o dönmüştü! Burada, yanımdaydı!

Dişlerini göstererek gülümsedi ve sıkıca belime sardı. Ben de az da olsa kendime gelerek boynunun etrafında doladım kollarımı. Sıkabildiği kadar sıktı beni. Amacı çok daha fazla hissetmekti.

"Çok özledim seni." Saçımı omuzlarımdan geriye doğru attı.

"Bende." Ve ilk yalan! Arthur'un gelmesiyle yalanlarıma başlamıştık.

"Sanırım içeri almayacaksın beni."

"Tamamen unuttum." Geçmesi için geriye çekildim.

"Tabi beni görünce çok şaşırdın."

"Yani." İki büyük bavulunu da girişe bıraktı. Ve elindeki papatyaları salladı.

"Ben olmayalı hayranların baya artmış. Kapının önünde buldum." Önemsiz bir eşya gibi sol tarafa savurdu. Onu Jungkook bırakmış olmalıydı. Ondan başkası olamazdı. Papatyaları ne kadar çok sevdiğimi yalnızca o biliyordu. Hem o hep yapardı ki bunu. Hızlıca gidip onu yerden aldığımda bir daha seslendi Arthur.

Ölü Papatyalar  I  JJKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin