KÜL/Tanıtım

515 37 15
                                    

Merhabaaa canlarım. Hoş geldiniz.

Bu girişi yapmayalı neredeyse bir ay oldu ve ben şimdiden çok özlemişim. Yeni bir bölüm değil ve ikinci kitaba bir süre daha başlamıyoruz, öncelikle bunu söyleyeyim. Ve umutlarınız suya düştüyse şimdiden çok özür dilerim. Ama merak etmeyin öyle bir döneceğiz ki beklentinize değecek. Bugün, az sonra okuyacağınız satırlar Kaderin Kırmızı İpi serisinin ikinci kitabı olan Kül'ün tanıtımı ve küçük bir kesiti diyebilirim. Merakla beklediğinize eminim ve sizi çok da bekletmek istemiyorum.

Ama önce bölümü okumaya geçmeden bu ve bundan önceki bölümlere oy verirseniz çok memnun olurum. Yorumlarınızı, fikirlerinizi, ikinci kitap hakkındaki teorilerinizi de lütfen benimle paylaşın. Satır aralarında buluşalım. Kitabı da arkadaşlarınıza tavsiye etmeyi unutmazsanız çok sevinirim. Buradan da beni takip edebilirsiniz crcbeyzaa

Tanıtımı okumaya geçmeden önce sol alt köşedeki yıldıza dokunarak sayfanıza ışık olmasını sağlarsanız çok sevinirim. 

Hepinize iyi okumalar dilerim.

Sizleri seviyorum💚

~~~

"Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken. Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Çayır çimen gezerek, lale sümbül biçerek, soğuk sular içerek ayla ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki ne göreyim? Gide gide bir arpa boyu yol gitmemiş miyim? Natal matal marvatal, işte size duyulmadık bir masal."

Sırtımı yasladığım yatak başlığına biraz daha yaslandım. Sırtımdaki izler tenime gömüldü. Sesimin pürüzsüzleşmesi için boğazımı temizledim ve bana uykulu ama bir yandan da merakla bakan gözlere döndüm. Her bakışımda içime acı verici bir azap yayan o gözler belki de benim kaderimin lanetiydi. Başlangıcı belli ama sonu olmayan ve benim için her günüme, her anıma yayılan. Kaçıncı olduğunu bilmediğim masalı tekrardan ve en baştan anlatmaya başladım.

"Bu zamandan yıllar yıllar önce boylu boslu, yeşil gözlü, yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı varmış. Bu delikanlı zamanının en ünlü, en bilge arkeologlarından biriymiş. O şehir senin bu şehir benim gezer dururmuş. Gittiği her şehirde günlerce kalır, şehrin altını üstüne getirene kadar kazı çalışması yaparmış. Yaptığı kazılarda yıllar öncesine ait tarihi eserler bulur ve müzelere armağan edermiş. Bazense yıllar önceki kral ve kraliçelerin taktıkları taçları, takıları bulur; üzerileri elmaslarla pırlantalarla döşeli bu eşyalarla gözlerinin içi parlarmış. Bu takılardan en güzellerini biricik sevgilisine saklar, çantasına atıp memleketine dönermiş. Sevgilisi, onun gittiği andan itibaren pencerenin dibine çöküverir o gelene kadar da gözünü yoldan almazmış. Ağlaya ağlaya gözünde yaş kalmaz, son yaş aktığında da biricik sevgilisi, yeşil gözlü erkeği yokuşun başında görünürmüş. Onu gören gözleri hasretle kavrulurken vuslat kapıda onları beklermiş. Oturduğu yerden adeta bir ceylan gibi fırlar ve yokuş yukarı sevgilisine doğru koşmaya başlarmış. Biri yukarıdan aşağıya biri aşağıdan yukarıya koşan bu sevgililer yolun ortasında buluşuverirlermiş. Onların bu aşk dolu hallerini gören kasaba ahalisi onlara imrenerek bakarlar ve hepsi başlarına böyle bir aşk gelsin diye geceleri tanrıya dua edermiş. Birbirlerine olan hasretlerini sıkı sıkıya sarılarak bir nebze geçiren çift el ele tutuşup evlerine dönmüşler. Ünlü arkeolog, çantasını boynundan çıkarmış ve karşısındaki güzeller güzeli sevgilisine sevgi dolu bir bakış sunmuş. Bu seferki hediyeyi merakla bekleyen kadın gözlerindeki çocuksu merakı adama da yansıtıyormuş. Adam elini çantasına atmış ve kırmızı bir ip yumağı çıkarmış. Kadın adamın elindeki parlak kan kızılı yumağı gördüğünde afallamış, çünkü sevgilisi ona her seferinde elmaslarla bezeli kolyeler, pırlantalı yüzükler getirirmiş. Ama adamın da ne getirirse getirsin onun iyiliğini isteyeceğini bildiği için ve sadece ona hediye getirmesinin güzelliği bile yetermiş zaten kadına. Kadın merakla adamın elinde duran yumağa uzanmış ve bunun ne olduğunu sormuş. Adam güzel sevgilisinin elini tutmuş ve onu köşedeki minderlerin üzerine oturtmuş. Yanına da kendisi oturmuş ve elinde tuttuğu kırmızı ip yumağının büyülü özelliğini anlatmaya başlamış. Rivayet şuymuş ki, bu ip yumağı aşk tanrısı Eros tarafından bu dünyanın bir köşesine fırlatılmış. Kim ki bu ip yumağını bulur ve ipin ucunu aşık olduğu kişinin serçe parmağına bağlar ise o ip bir daha o parmaktan çıkmazmış. İpi bağlayan kişiyle ipi bağladığı kişinin ruhları birbirine bağlanır ve kaderleri bir sarmaşık gibi birbirine karışırmış. Böylece de bu iki sevgili hem bu fani hayatta hem de ebedi hayatta birbirlerinden ne olursa olsun kopamazlarmış. Bu aşk dolu hikayeyle sevgilisine daha da aşık olan kadın ona sevgi dolu bir buse sunmuş. Ve o gece ay tam dolunay olduğunda Eros bu çiftin evine bir melek göndermiş. Gönderilen melek kanadından bir tüy koparmış ve adamın koynunda yatan kadının rahminin üzerine bu tüyü bırakmış. Tüyün ucu alev almış, küle dönmüş ve kadının rahminin üzerindeki tenle bir olup gözden kaybolmuş. O gece ay ve ayın çocuğu olan her bir yıldız bu sevgi dolu çift için parıldamış. Adam ve kadın güneşin doğmasıyla uyanmışlar." Durdum ve aşağı doğru kayan pembe peluş battaniyeyi yukarı doğru çekip yanımda kıvrılan bedenin üzerine örttüm. "Uyandıklarında arkeologa gelen bir mektup varmış. Mektupta dünyanın bir diğer ucunda çok önemli bir kazı çalışması olduğu ve bu kazı çalışmasına katılanlara padişahın yüz altın akçe vereceği yazıyormuş. Adam sevgilisinin kar beyazı güzel çehresine bakmış. Bu kadın her şeyin en güzelini hak ediyormuş. Bu kadınla güzel bir yuva kurmak içinde paraya ihtiyacı varmış. Almış biricik sevgilisini karşısına, söylemiş kazı için dünyanın bir diğer ucuna gideceğini. Ama dönünce de düğün yapacaklarını ve artık mesut bir aile olacaklarını da eklemeyi unutmamış. Kadın pek memnun olmasa da bu adamla bir yuva kurmayı çok istiyormuş bu yüzden adama gitmesini söylemiş. Adam gitmeden kırmızı ipin bir ucunu kadının serçe parmağına bağlayıvermiş ve çıkarmamasını tembihlemiş. Adam gitmiş, ip kadının parmağında bağlı kalmış. Adam yol aldıkça ip açılıyor ve adamın peşinden bir gölge gibi kırmızı ip de geliyormuş. İpin büyüsü zaten buymuş, ip hiç bitmiyormuş. Adam nereye giderse gitsin ne yumaktaki sarılı ip bitermiş ne de koparmış. Günler gelmiş, aylar gitmiş. Kadın adamın ardından hamile olduğunu öğrenmiş. Hasretle sevgilisini ve doğacak bebeğinin babasını beklemeye başlamış. Ama hayat ya işte bazen her şey yolunda gitmezmiş. O gün dünyanın her yerinde çok şiddetli bir zelzele olmuş. Yer gök yerinden oynamış. Dağlar yıkılmış, denizler taşmış. Onlarca insan, yüzlerce hayvan bu depremle yok olup gitmiş. Adam dünyanın bir ucunda, kadın dünyanın bir diğer ucunda kalakalmışlar. İp yıkılan dağların altında, taşan denizlerin dibindeymiş. Kopmamış ama artık birçok yeri kördüğüm ve birçok yeri de gözle görülmez olmuş. Adam bu felaketten sonra sevgilisini çok merak etmiş ve yapacak işi de kalmadığı için geri dönmeye karar vermiş. İpi gerisin geri takip etmeye başlamış. Zormuş, karmaşıkmış. Bazen kazmış yeri, bazen yüzmüş denizleri. Kırmızı ipin ucuna ulaşana kadar, sevgilisinin serçe parmağına gelene dek de devam edecekmiş. İpi takip ettiği zamanlarda başına gelmeyen kalma..."

Düzene binen nefes sesleri ile masalın sonuna ulaşamadan yarıda kestim. Her zaman böyle oluyordu, hevesle parmağımdaki kırmızı ipin masalını dinlemek istiyor ama sonuna gelemeden uyuya kalıyordu. Ona göre masal bana göre ise lanetli bir hikayeydi tabi ama onun bunu bilmesine gerek yoktu. Geri kalan hiçbir şeyi de bilmediği gibi. Ve benim de masalın sonunu bilmediğim gibi. Eğilerek katran karası saçlarını yüzünden çektim ve alnına, yanaklarına dudaklarımı bastırdım. Kar beyazı teni, katran karası siyah saçları ve hiç bitmeyen konuşmasıyla bendi. Gözler... Sadece gözleri. Yutkunamıyordum. Tekrardan aklıma üşüşen şeylerle oturduğum yataktan kalktığımda ellerim yine zangır zangır titremeye başlamıştı. Gece lambasını uyanınca korkmaması için açarken odadan çıktım ve mutfağa geçtim. O varken etrafta, görülebilecek yerlerde tutmadığım kadehlerin bulunduğu dolabın kapağını açtım ve bana eşlik eden kristal kadehimi çıkardım. Siyah ojeli tırnaklarım, bardağa döktüğüm sek rakının az sonra suya bulandığında oluşacağı beyazlığa epey tezattı. Benim içimle dışım arasındaki tezatlığa ise epey benzerdi. Önüme düşen kısa saçımı kulağımın arkasına ittim. Kısa olduğu için inatla yüzüme düşüp kızıllığını sanki bilerek gözüme sokuyordu. Sandalyeye oturdum ve laptopu açtım. Gelen belgelere bakıp bir psikolojik tahlil çıkarmam gerekiyordu. Sahneye çıktığımda karşımda oturup aç gözleriyle beni izleyecek olan adamı iyi tanımalıydım. Onun zayıf noktalarını, zaaflarını -bu kelimeden nefret ediyordum- öğrenmeli ve ona göre hareket etmeliydim. Rakımdan koca bir yudum aldım. Kısa tırnaklarımla masada bir ritim tutturdum ve karşımdaki ekrana toprak gözlerimi sabitledim. Hayatım yoktu. Hayatım vardı. Sadece onun için vardım ve o benim varlığımın artık tek sebebiydi. O olmasa çoktan veda etmiş olacağım gerçeği artık ruhumu yaralamıyordu. Ruhumda yara alacak boş bir yer kalmamıştı.

Zilin sesi evde yankılandığında kaşlarım çatıldı. Hızlı adımlarla kapıya ilerlediğimde delikten kimin geldiğine baktım. Yamaç, Ceren ve Semih'ti gelenler. Kapıyı açtım ve onları içeri aldım. Kapıyı kapamadan bu yabancısı olduğum ülkenin sokağının sağ ve sol tarafını kolaçan ettim. Kimse yoktu, olmamalıydı.

Onlar ışığı yanan mutfağa çoktan geçmişlerdi. "Melek uyumuş olmalı, sen içmeye başladığına göre." diyerek masayı işaret eden Ceren'e döndüm ve kafamı salladım. Semih elindeki poşetin içindeki kutuyu çıkarıp bana uzattı. "Prensese sevdiği gibi meyveli donut almıştım, sabah uyandığında yer artık." Semih'e minnet dolu gözlerle baktım ve "Teşekkür ederim." dedim. Kalktığım sandalyeme geri oturduğumda açık olan laptopun ekranını onlara çevirdim ve dün gece hazırladığım dosyayı açtım. Yamaç sandalyesinin üzerinden masaya doğru eğildi ve yanağımdan makas alarak heyecanla konuştu.

"Anlat bakalım Alev, plan ne?"

~~~

Verdiğiniz oy ve yaptığınız yorumlar için çok teşekkür ederim.

Kalbim kalbinize, ruhum ruhunuza

Kaderin Kırmızı İpiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin