"Kalbin kapalı ve yaraların açıkken yaşayamazsın."
**
Aynı anda üç veya beş şey düşünmek ve bunu tamamen istemsiz yapıyor olmak ilk kez başıma gelen bir şey değildi fakat bu kadar yoğun yaşayışım ilk kezdi. O kadar ilgi yüklenmiştim ki, hangisini önce düşüneceğimi şaşırmış, elim ayağıma dolaşmıştı.
Gözlerimin önünde yüzlerce sahne fink atıyordu. Sahnelerde bazen babamın, bazen Selin'in, bazen Metin Hocanın sesini silik silik duyuyordum. O kadar silik ve hızlı geçiyordu ki sahneler, kendime yetişmekte zorlanıyordum.
Şimdi akşam olmuştu. Nigar komutanın yanından çıkmış gidiyordum. Nereye gittiğimi bildiğimden değil, yaşayışım o an için kafamın içiyle sınırlı olduğundan. Nigar komutanın anlattığı tüm her şey, doğumum dahil tüm planlar, annemin şehit oluşu ve babamın kayboluşu, tüm hayatım boyunca başımdan geçenlerin bir eğitim ve öğretim müfredatından ibaret oluşu beni şu an dünyadaymış gibi hissettirmiyordu. Sağlam bi tokat yemeye ihtiyacım vardı sanırım. Epey sağlam. Duyduklarım tokat etkisi yaratmamış gibi.
Eğitim salonuna ayaklarım beni götürdüğünde kaşlarım usulca çatıldı. Kendimi burada bulmayı beklemiyordum. Buraya geldiğimi biliyordum ama kafam o kadar karışıktı ki, buraya gelivermiştim ve bunu anlamamıştım bile. İç çektim, buraya gelmem normaldi. Tüm stresimi burada atıyordum. Sinirimi, hatta kıskançlığımı bile. Aras.. Aklımdan geçtiği anda ayaklarım geri dönmeye yeltendi ama durdurdum kendimi. Üzerimde bir dalgınlık mevcuttu, hem de aşırı şekilde ve ben bunu ona henüz nasıl açıklarım, açıklamalı mıyım bilmiyordum bile. O yüzden biraz kendime kalmalıydım.
İçeriye girdim ve etrafa şöyle bir göz attım. Sonra ani bir kararla Berkay'ı arayıp acilen buraya gelmesini söyledim. Belki de emrettim, emin değildim. Beklerken uyuşuk uyuşuk botlarımın düğümlerini çözdüm. Minderlere doğru yürüyüp botlarımı çıkarıp üzerlerine geçtim. Bu kadar mahmurluk neydi bilmiyordum. Aslında biliyordum bir yandan da. Ama kafam öylesine karışıktı ki, kendimi kendime ifade edemiyordum bile. Saçlarımı karıştırıp gözlerimi ovuşturdum. Ne hissedeceğimi bilmiyordum. Öfkelenmeli miydim? Üzülmeli miydim yoksa? Peki korksa mıydım biraz? Tehlikedeydim çünkü? İçimi çekerek başımı iki yana salladım ve bıkmış bıkmış ofladım. Bu hayatın saçma sapan bir heyecanı vardı.
"Ulan Heyheyli ulan Heyheyli.." Koridorun başından gelen Berkay'ın sesini duyduğumda yönümü kapıya çevirip kollarımı kavuşturdum. "Ölmek üzere değilsen beni buraya koşturmanın hesabını sorarım sana." Söylene söylene geliyordu ama muhtemelen gerçek bir öfke değildi. Onun öfke sesi bu değildi. Yani tam olarak öfke sesini iki defa duymuştum sanırım ve bu onlardan biri değildi.
Kapı açılıp içeriye girdiğinde ve sağlam bir biçimde dimdik duran beni gördüğünde elleri beline yerleşti. "Ne diyim ben şimdi sana?" diye sordu hayal kırıklığı gibi bir ifadeyle. Kaşlarımı kaldırdım, başımı hayırdır, şeklinde sallayarak. Birkaç saniye bakıp canımın bir şeye sıkıldığını muhtemelen anladı ve ellerini indirip yanıma doğru yürümeye başladı. Yüzünü sıkıntılı bir ifade kapladı üç saniyeliğine ve sonra tekrar normale döndü. Sağ şakağını kaşıdı ve ardında elini indirirken yanıma vardı.
"Ne bakıyosun kız oğlu iç güveysi gitmiş aşiret ağası gibi?"dedi şakayla karışık ciddi bir ifadeyle. Ama bu onun asıl soruyu sormak için yol yapma biçimiydi. Cevap vermedim.
"Çık, benimle biraz antrenman yap."dedim kollarımı çözüp kaşlarımla minderi işaret ederek. "Haydalar olsun!"diye bağırdı aniden geri çekilerek. Durup baktım boş boş. Elini yüreğine koyup dehşet içinde baktı bana.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞAFAK Asker
Narrativa generale"Komutanım."dedi Üsteğmen alçak perdedeki bir sesle. İstemiyorum, dememişti ama bu seslenişi bu anlama geliyordu. Elini kaldırdı Komutan. İtiraz etmesine izin vermedi. Kaşlarımı kaldırdım. İtiraz edemiyor muyduk yani, bir şeyi istemiyorsak? Buranın...