"Gerçekten o kadar bunaldım ki," Mehmet çayından yudumladı söylenmesine asla ara vermezken. "Her şeyin hesabını soruyorlar."
Ağzıma bir tane fıstık atıp oturduğum sandalyede biraz daha yayıldım. Üçümüzün de boş olduğu bir saatti; son mevlit gününden bu yana ilk kez bir araya geliyorduk. Rasim önümdeki fıstıklardan avucuna doldurdu. Bedenimin üzerinde hâlâ kalıp gibi kalmış yorgunluğumu atamamıştım. Kendimi hem çok iyi, hem çok tuhaf hissediyordum.
"Diren Mehmet," dedim gülerken. "Bu savaşı sen kazanacaksın."
"Sizinkiler gitsin de Yakut'a bir yemek falan bir şey ısmarlayalım ya," Sigara yaktı gözlerini benimkilerden çekmezken. "Çok ayıp oldu adama öyle kuru kuru teşekkür ettik."
Mehmet'in bu mahcubiyetini görmezden geliyordu Yakut; ona göre zaten yapılması gerekeni yapmış, insanlık vazifesini yerine getirmişti. Bir tane daha fıstığı öğütürken tek istediğim bir sigaraydı, ölüyordum sanki. Ama daha şirkete gitmeme o kadar uzun bir süre vardı ki cesaret edip son dalı da yakamıyordum.
"Memo sana bir şey soracağım," çayımı yudumladım leş gibi karton bardaktan. "Sen bu kulaklarını nerede deldirmiştin kanka?"
"Akşam halı saha varmış gelir misiniz?" diye sordu Rasim telefonunda bir şeylerle uğraşırken. Hiç gitmek istemiyordum, Mehmet de gidemezdi bu yüzden ben de gitmeyeceğimi söyledim. Fıstıklarımız azalıyordu; fındık paketini açıp ortamıza yerleştirdim ağır hareketlerle.
"Bir arkadaş var onun yerinde, hayırdır?"
"Seni gördükçe canım çekiyor lan, gitsek deldirsek hemen delerler mi?"
Arkasına yaslanırken başını salladı. Fındıkları öğütüyor, diğer yandan yüzüme düşen güneşle ısınmaya çalışıyordum. Hava biraz serindi; üzerimdeki ince olan gömlek yüzünden soğuk giriyordu bedenime. "Gidelim okul çıkışı. Ne yaptıracaksın? Ben de deldirmek istiyorum ya kaşımı falan."
"Kevgire döndün sokuk," dedi Rasim telefonunu cebine sokup gülerken. Başımı arkaya atıp güldüğümde Mehmet gülmemişti. Güneş aheste aheste dağılıyordu, çok güzeldi. "Doyamadın delinmeye. Baban bir görse bir daha hiç delinmene gerek kalmaz aslında."
"Tabi sen şanslı bir kahpesin," Mehmet'in söylediğine kahkaha attım bu sefer. "Ailen normal amına koyayım senin. Bizi anlayamazsın."
Telefonumu çıkartıp Yakut'un numarasını tuşladım. "Haber vereyim de," çalan hattı dinledim. "Sonra ağlıyor."
"Ağlamıyorum," sesini duymamla kıkırdadım. "Dedikodumu mu yapıyorsun?"
"Belki senden bahsetmiyordum?" ağzıma bir tane fındık attım. "Neden hemen üzerine alındın? Ağlıyorsun demek ki."
Ortamızdaki ufak masa gibi bir şeyin üzerinde boş fıstık poşeti, fındık torbası ve çaylar vardı. Etrafında üç tane kamp sandalyesinde, okulun bahçesinin ortasında oturuyorduk diğer birçok öğrenci gibi. Günün en taze zaman dilimiydi şimdi, çok rahatlatıcıydı. Yakut'un hapşırma sesi doldu kulağıma.
"Çok yaşa," dedim. Anlamadığım bir şeyler mırıldandı. "Ne?"
"Hiç, hapşırık duası sen bilmezsin."
Gözlerimi devirdim bu söylediğine. Mehmet Rasim'e telefonundan bir şeyler gösteriyor, anlayamadığım bir şeyler konuşuyorlardı. "Hasta oluyorum galiba," dedi Yakut düşük bir sesle. Sabah da pek tadı yoktu, gözleri uykulu uykulu bakıyordu. "Acayip üşümek geliyor."
"Öyle yüksek yüksek tepelere ev kurarsan olursun tabi. Toplantın yoksa geç eve, neden duruyorsun?"
"Geçeceğim ya," burnunu çekti. Baya hasta oluyordu; ben sadece tarhana çorbası yapmayı biliyordum, Mehmet öğretmişti ancak Yakut'un evinde tarhana olduğundan çok da emin değildim. "Sen ne yapıyorsun? Neden aradın?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölü Venüs [bxb]
RomanceOradaydım, gör diye. Yanındaydım, duy diye. Elimi uzattım hisset diye. Ve bekliyorum seni hâlâ, Yolların bana çıksın diye.