NEFORİA KRALLIĞI
4. Şafak Milenyumu: 4. Ay - Yıl 997 (Günümüz)
"Hey.. Jeff!" diye seslendi kısa boylu ve şişman olan adam, az ilerinde bulunan uzun boylu arkadaşına. "Dostum şu ipi brandanın üzerinden geçirmem için yardım eder misin?"
"Ah.. İbrahim her sabah bununla uğraşmaktan bıkmadın mı? Bence artık tamir ettirmelisin." derken arkadaşının uzattığı ipi alarak brandanın üzerinden geçiriyordu.
"Biliyorum ama şu sıralar vaktim yok. Yakında kızım evlenecek ve karım başka bir şeyle ilgilenmeme izin vermiyor. Akşama kadar tüm meyveleri satmalıyım. Aksi halde karım canıma okur."
Jeff isimli adam içtenlikle kahkaha attı. "İşte buna eminim dostum."
Limanda durmuş iki adamın konuşmaları kulağıma çalınırken, beni şaşırtan konuşulanlar değil gördüklerimdi. Daha gemiden inmeden şehrin yeşillikler içinde olması göze çarpıyordu. Tabi tek farklılık bundan değildi.
Neforia, sık ormanlarla çevrili iki tepe üzerine kurulmuştu. Tepelerden birinde eski ama görkemini hala koruyan güçlü surlara sahip bir kale vardı. Diğerinde ise ordugah.. Sıratın dediğine göre herhangi bir saldırı olduğunda, tepede bulunan bu kaleyi savunmak daha kolay olacakmış. Tanrım bu şehir bana, kendimi Braveheart filminde gibi hissettiriyordu.
Ortaçağ yıllarını andıran bu manzara içinde modern ama sade giyimli insanlar vardı. Karşımızda pazar yerini andıran tezgahlar bulunuyordu. Her tezgahta ayrı bir şey satılıyordu. Kimisinde çeşit çeşit meyve ve sebze kiminde ise ekmek, süs eşyaları ve renkli kumaşlar sergileniyordu. Etrafta, üzerinde ferace benzeri kıyafet ve ayaklarında sandaletlerle koşturan küçük çocuklar vardı. Yetişkin kadın ve erkekler tıpkı Sıratın üzerindekiler gibi keten kıyafetler giyiyorlardı.
Birinin kolumu tuttuğunu hissettiğimde gözlerimi kırpıştırarak dikkatimi dağıttım. Başımı çevirdiğimde Yağmur'un bir parça bez ile burnunu kapattığını gördüm. Bez kan içindeydi.
"Neyin var!?" sesim hararetli çıkınca benimle birlikte herkes Yağmur'a dönmüştü.
"Burnum kanıyor ve inanılmaz başım dönüyor. Ayakta durmakta zorlanıyorum." derken olduğu yerde sendeledi.
"Tamam sakin ol. Başını hafif öne eğerek burnuna baskı yap. Birazdan geçecek canım."
"Oksijen yüzündendir." Ateş konuşurken bir anda arkadaşımı kucağına alınca, Yağmur'un ağzından şaşkın bir inilti çıktı. Açıkçası bunu bende beklemiyordum. "Merak etme birazdan geçer. Bünyeniz bu temiz havaya alışık değil."
Yağmur başını pes etmiş halde Ateşin göğsüne yaslamış, bir elini onun omuzuna atmıştı. Generalin kucağındaki arkadaşım o kadar küçük ve masum duruyordu ki..
"Ben onu kaleye götüreyim, uzanıp dinlenirse daha çabuk geçecektir." Ateş yürümeye başladığında bizde arkasına takıldık fakat Yağmur eliyle işaret ederek bizi durdu.
"Gelmenize gerek yok, ben iyiyim. Bunun yerine etrafı keşfedin. Gelince bana anlatırsınız." Sesi yorgun çıkıyordu. Gitmek için ısrar etmedim. Ama aklım ondaydı. Kısa bir an Ali ile bakışınca endişemi fark etmiş olacak ki, "ben onunla giderim. Ama siz de fazla gecikmeyin." dedi. Başımla onu onayladıktan sonra hızla Ateş'in peşinden gitti. Sıratla baş başa kalmıştık.
"Görünüşe göre yalnız kaldık. Etrafı gezmek ister misin?" Bunu sormayacak diye korkmuştum.
"Eğer sakıncası yoksa, gezmeyi çok isterim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BU SADECE BAŞLANGIÇ
Mystery / ThrillerElimi uzatıp onun elini tuttuğumda beni kaldırıp kucağına aldı. Kendi etrafımızda dönüp duruyorduk. Sanki dans eder gibiydik.. ***** Şimdiyse burada, bu kana bulanmış savaş alanında, yer yüzüne mahşer gününü bizzat ben getirdim. Bu günün geleceğini...