Şarkı: The Untold II - Secession Studios
Kötülüğün hâkim olduğu diyarlarda, gökyüzü ne kadar karardıkça rengi o kadar kızılın en koyu tonu olurdu. Gökyüzünü kızıl rengi yapan şey, tan değil öldürülen insanların kanı olurdu. Günahkar ruhlar öldürüldüklerinde bile huzuru bulamazlar ve gök kubbede çarmıha gerilirlerdi. İşte bu yüzden karanlığın hüküm sürdüğü dünyalarda gökyüzünden yağmur yağmaz kan damlardı, insanların bileklerinden aşağıya doğru damla damla sızardı.
Kızıl gökyüzü, kana asla doymayan toprağı daha da beslerdi. Kan nehirlerini taşmalarını sağlayacak kadar çok doldururdu. Cehennem çukurlarındaki ateşleri daha da harlardı. Susuz kalmış olan mahlukları, tıpkı Lethe nehrinden içilen suyla hafızanın yitirilmesi gibi; kanla beslerdi ve sadece daha da vahşileşmelerini sağlardı.
Bu dünyanın yöneticisi olan şeytan; oturduğu tahttan her şeyi yönetir, akan her bir kanla gücüne güç katardı. Emrine amade olan binlerce zebanisini dünyasının daha da güçlenmesi için yeryüzüne gönderir ve oradaki insanları buraya getirmelerini emrederdi. Zebaniler insanları baştan çıkarır, onları kötülüğe saptırırdı. Bir defa bu dünyaya giren, bir daha asla çıkamazdı. Ya şeytana hizmet ederlerdi ya da ona başkaldırmalarının cezasını en akla sığmayacak şekillerde çekerlerdi.
Şeytanın yarattığı ve başından sonuna kadar saf acı ile acımasızlığın olduğu bu dünya, yeraltı dünyasıydı.
Ve arabasını normal insanlara göre denizi kadar kapkara olan, kendisine göre ise kızılın en koyu rengine bürünmüş gökyüzünün altında süren genç adam; bu dünyanın varisiydi. O, doğuştan yeraltına onu hükmetmek için doğmuştu. Yeraltının gerçek sahibiydi.
En azından ileride yerine göz koyan bir rakibi çıkana dek.
Geleceğin Erlik'i doğduğundan beri kendisine ilerideki hükümdarın kendisi olacağı söylenmişti. Buna göre büyütülmüştü. Küçükken bu dünyayı sevemese de buradan kaçışı olmadığını her zaman bilmişti. Çıkışı da girişi de olmayan bir labirentte ilerlemek kadar manasız olurdu bu dünyadan çıkmayı denemek. Zamanında babasına dirense de Erlik ona asla bir melek olamayacağını kanatlarını kopararak anlatmıştı. Kendisi de zamanla kanla dolu kadehlerden içmeye başlayan, hizmetkarlarının getirdiği çiğ et ve kemikleri yemeye başlayan o canavarlardan olmuştu.
Çünkü başka şansı yoktu. İleride tahta kendisi geçecekti ve yeraltından uçup kaçabileceği kanatları çoktan koparılmıştı. O, aslında o dünyaya en tutsak olandı ve bu yüzden de kendisi ne kadar çıkamıyorsa o kadar kişiyi oraya hapsetmeye ant içmişti.
Toprağı kazdığı ve kendi ruhunu içine gömdüğü o gün, zifiri karanlık bir hale gelen deniziyle korktuğu karanlığın ta kendisi olacak bir adama dönüşmeye başlamıştı. Kendisinden korkacak, ne kadar canice davrandığını kendisi bile anlayamayacak bir adama...
Eylül ayının başındaydılar. Genç adam, babasının onu önemli bir şeyi konuşmak niyetiyle çağırdığı ve bazı toplantıları yaptıkları villanın önüne park ederken babasının kendisine bu kadar önemli ne söyleyebileceğini bilmiyordu. Bilmemekten nefret eden o, bu yüzden kaskatı kesilmişti ve her zamanki gibi oldukça ciddiydi. Sadece gidip öğrenmek istiyordu. Böylece kontrolü yitirmezdi.
Arabasını park edip indiği anda etrafını çevreleyen zebanilerine her zamanki gibi bakmadı. O kendinden son derece emin, her bir adımıyla yeri sarsarak kıran ve içinde damar yolları misali kıvrılarak kan taşıyan köklerin; çatlak yerlerden kan sızdırmasını sağlayan ağır adımlarla yürümeye başladı. Bedeninden yayılan saf güç o kadar kuvvetliydi ki sanki ilerlediği kanlı yollardaki her şey onun önünde zehirli bir çiçeğin yaprağı gibi davetkarca açılıyor, etraftaki canlı cansız her şey ona itaat ediyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YAKAMOZ
General FictionHazal, yaşadığı bir olay üzerine yıllardır zorla tutulduğu yerden kaçmak zorunda kalır. Hiç beklemediği bir anda karşısına çıkan ve bazı şeylerin karşılığında onu koruyabileceğini söyleyen deniz gözlü adam, Hazal'ın hiç tahmin edemeyeceği biri çıkmı...